Pazar , 26 Ocak 2025
Home / anasayfa / ”Karşıtlarını Yenmediğini Ama Onlar Tarafından Yenilmediğini Bilen Bir Liderin Vakarı” Samet Erdoğdu

”Karşıtlarını Yenmediğini Ama Onlar Tarafından Yenilmediğini Bilen Bir Liderin Vakarı” Samet Erdoğdu

“Karşıtlarını Yenmediğini Ama Onlar Tarafından Yenilmediğini Bilen Bir Liderin Vakarı”

DEM Parti’den Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan İmralı Cezaevinde Abdullah Öcalan’la yaptıkları görüşmeden sonra, onun söylediklerini özetleyen bir açıklama yaptılar. Bu açıklama Türk solunda muazzam bir heyecan yarattı.

Öcalan’ın, vaktiyle, “Kürt sorununun barışçıl çözümü” adına ileri sürdüğü “proje”yi ilk alkışlayanlardan biri Ertuğrul Kürkçü idi. Bu zat “birinci çözüm süreci”(!) döneminde Öcalan’ın ağzıyla ileri sürülen “çözüm projesi”ni görür görmez “mükemmel bir proje” olarak nitelendirmiş ve “Kürt halk önderi”ni yere göğe sığdırmaz olmuştu. Öcalan da HDK’nın partileşme kararına onay verdiği 3 Ocak 2013 tarihli görüşmesinde Ertuğrul’un ismini zikretmiş, “Ertuğrul biraz hantal kalıyor’’ demişti. Şimdi aynı zat yine aynı heyecanla bir yazı yayınladı. “Öcalan’ın dediği ” başlığıyla 29 Aralık 2024 tarihli yazıda aşağıdaki laflar öne çıkarılmış:

“Öcalan, anlatısını olumsuz bir dile büründürmeksizin, yakınmaksızın, mağdur edebiyatına başvurmaksızın ve muhataplarını kendisinden daha yükseğe yerleştirmeksizin, karşıtlarını yenmediğini ama onlar tarafından yenilmediğini bilen bir liderin vakarıyla, yeni koşullarda bütün tarafların “ortak iyiliği” için açılan kapıdan her türlü riski alarak geçme kararlılığı ve cesaretiyle konuşarak anlatıyor. ”

Bu cafcaflı sözleri okuyunca aklıma aşağıdaki konuşma geldi. Konuşmayı aktaran kişi (tıpkı Albert Einstein gibi Naziler tarafından Alman yurttaşlığından çıkarılan ve İsviçre vatandaşı olan) anti-faşist bir gazeteci. 1930’lu yıllardan itibaren Balkanlar ve Türkiye de dahil Ortadoğu ülkelerinde gazetecilik yapan Wolfgang Bretholz (doğumu: 8. August 1904 Brünn, Avusturya-Macaristan; ölümü: 31. August 1969 Lozan, İsviçre) İsrail’in kuruluşundan sonra bu devletle Araplar arasında yapılan savaş esnasında ve sonrasında defalarca bölgeye gider. O zamanın Arap siyasi liderleriyle bir çok kez görüşmeler yapar. Bunlardan biri şöyle:

“1948 yazında Filistin Savaşı’nın sona ermesinden hemen sonra Lübnan Dağlarındaki Aley’de kendisini ziyaretimde, Arap Birliği’nin o zamanki Genel Sekreteri Azzam Paşa, bana, «Bizim gizli bir silahımız var» dedi, «öyle gizli bir silah ki biz onu toplar ve makinalı tüfeklerden daha iyi kullanırız; bu gizli silah nedir dersen, – Zaman’dır.» Ve, bana göre sadece bir Arab’ın söyleyebileceği, şu sözleri ilave etti: «Biz siyonistlerle barış bağıtlamadığımız sürece, savaş bitmez. Savaş bitmediği sürece ne yenen vardır, ne yenilen. Biz eğer İsrail devletinin varlığını teslim edersek, ancak o zaman, yenildiğimizi kabul etmiş oluruz.»” [Wolfgang Bretholz, Aufstand der Araber, sayfa 211, Schweizer Druck- und Verlagshaus AG – Zürich, Copyright: 1960 by Verlag Kurt Desch, München – Wien – Basel]

Abdurrahman Azzam Paşa gibi Serok APO da ne yendiğini ne yenildiğini kabul etmeyen bir lider. Onun da en iyi kullandığı “gizli silah” ZAMAN; fakat Azzam Paşa’dan farklı olarak o, savaşı bitirmemek, dolayısıyla kimsenin ne yenen – ne yenilen olmadığı bir durumu sürdürmek istemiyor. Bunda da pek çok nedenle haklı, hepsini saymanın yeri burası değil, fakat bir tanesi anılmaya değer: “İsyan önderi” 25 yıldır inlerle – cinlerin Türk zebaniler gözetiminde top oynadığı ıssız bir adada esir, rehine ve Türk entegre stratejisininin yürütücüsü yüksek makamların istedikleri zaman tellerine dokundukları, istedikleri zaman kılıfına sokup yerine astıkları, ama epeyce hor kullandıkları için oldukça aşınmış bir “enstrüman”. Evet “izin verildikçe” Tanrısal vahiyler söylediği, bu vahiyleri “tefsir” eden herkesin her “ayet”ten binbir anlam çıkardığı doğrudur. Ama Allah’ın bu mübarek esire neden başka tür bir vahiy yollamayıp, hep “aynı” ilhamları söylettiği bir “sır”dır. Bu sırra vakıf olanlar ise “emanet”e sadık salihlerden oldukları için bunu herkese açıklamıyorlar; ancak bize “Kürt Halk Önderi”nin “bir bildiği var” sezintisini gayet edebi lisanla anlatmaya çalışıyorlar. Tabii anlayan anlıyor, anlamayan isterse anlamasın.

Gizli bir “Türk entegre stratejisi”nin mevcut olduğu ve bunun bazen zikzaklı, bazen helezonik, bazen inişli, bazen çıkışlı tarzda uygulanmakta olduğu taa Turgut Özal devrinde belirginleşmeye başlamıştı. Kozmik odalarda ya da “devletin başı şahsım”ların çekmecelerinde “Top Secret” tutulan planları, çizelgeleri, projeleri fani kulların görmesi mümkün değil tabii. Ama olayların akışı düşmanın nasıl bir strateji izlediğini gösteriyor. Kişi gerçeklik duygusunun tahrip edilmesine izin vermemişse, kendi kanılarını, hayal ve arzularını gerçeğin yerine ikame etmemişse kaba hatlarla da olsa “şeytan”ın izlediği yolu anlar. Fakat sadece gözlem ve tahlille, sezgi ve tecrübelerle değil; düşmanın zaman zaman dile döktüğü niyetlerle ve istikrarlı biçimde gerçekleştirdiği hareketlerle de bir kanaate erişilebilir. Düşmanın söylemi önemlidir. Neyi doğru neyi saptırıcı konuştuğu, nede “samimi” nede “kurnaz” davrandığı dikkatle irdelenmelidir. Ve asla unutmamak, asla uyutulmamak, asla olayların başdöndürücü hızı karşısında asıl olandan kopmamak gerekir.

Zamanın Türk İçişleri Bakanı Beşir Atalay siyasi muarızlarının yaylım ateşleri karşısında “çözüm süreci”ni savunmak ve bundan kuşku duyanları teskin etmek için konuşurken bir “entegre strateji” uyguladıklarını ve bu strateji çerçevesinde “her enstrümanı” kullandıklarını ağzından kaçırmıştı. “Çözüm süreci” denilen Alicengiz oyunu esnasında Serok Apo da kendisinin bir “enstrüman düzeyine düşürüldüğü” hususunda serzenişte bulunmuştu. Tabii Serok, “ayet” gibi sözleri asla bir ya da bir kaç “unsur”a sarf etmez, onun hikmetli sözleri ilgili herkesedir; dolayısıyla o, “şunu da söyler, bunu da söyler”, “şuna da seslenir, buna da mesaj iletir”. İsteyen istediğini anlar. Kimisi “liderin vakarı” karşısında hayran kalır, kimisi “enstrümanın çaldığı makamın” ne anlattığına bakar.

Bay Ertuğrul’un «anlatısını olumsuz bir dile büründürmeksizin, yakınmaksızın, mağdur edebiyatına başvurmaksızın ve muhataplarını kendisinden daha yükseğe yerleştirmeksizin … yeni koşullarda bütün tarafların “ortak iyiliği” için açılan kapıdan her türlü riski alarak geçme kararlılığı ve cesaretiyle konuşarak» anlattığını iddia ettiği Öcalan’ın ne anlattığına başka bir yazıda değinmeden önce bu zatın “-meksizin -maksızın” olumsuzluk ekleriyle güya överken aslında aşağıladığı “Kürt halk önderi”nden duyduğu memnuniyetin ve bu memnuniyetten peydahlanan methiyelerinin “koşulsuz” olmadığı, “enternasyonalist sorumluluktan” ileri gelmediği; bu pohpohlamaların esasen egemen Türk bakışının biraz rafine bir ifadesi olduğu açıktır. Apo hoş konuşuyor, güzel konuşuyor, tam Türk gibi konuşuyor. Devlet istemiyor. Bayrak istemiyor. Paçavrayı ne yapsın. Özgürlük, eşitlik, adalet, kardeşlik, ekolojik, zoolojik, botanik, seksolojik barış istiyor. Ertuğrul ne hisseder bu durumda? Elbette şunu: “Aferin Apo’ya!”

Apo Kürdün ahvalini dile getiren bir “anlatı” terennüm etmeye kalksa, “lê lê lê” ile başlayıp bir türlü bitmeyen, dinleyen Türk’ün usanıp da “bu ne zaman bitecek” diye sabırsızlanması karşısında, “ohoo, bu ne ki, bunun daha lo losu” var diye Türk’ün asabını iyice bozacağı upuzun bir “anlatı”yı günler geceler boyu söylese yine de bitiremez. Bu “anlatı” içereceği hadiselerin doğası gereği “olumsuz”dur, ağırdır, acıdır, serttir, bağır bağır “yakınan” bir destandır. Bunu anlatacak kimse ne kadar mülayim, ne kadar uysal olursa olsun, “anlatısını olumsuz bir dile büründürmemezlik” edemez. Eğer büründürmüyorsa o zaman hiç bir şey anlatmıyordur; “anlatısını” özünden, ruhundan, gerçekliğinden arındırıp kuru, boş, anlamsız bir laf kalabalığına büründürüyordur.

Ama Türk, “mağdur edebiyatı”nı sevmez, hele de kendi “mağdur” ettiklerinin anlatacağı “edebiyatı” hiç sevmez. Türk “hakikati” sevmez.

Burda bahsi geçen “Türk”ün en başta “egemen Türk” olduğunu belirteyim. Tabii “imam yellenirse” cemaat ne yapmaz diye merak edene de cevap vermek lazım: “Halk egemenin dinindendir” [İbni Haldun], egemen ne derse onu dinler, ne yaparsa onu yapar. Yani anahtar kelime “egemen”dir. İşte bu Türk hakkında iki farklı değerlendirme: Birisi Falih Rıfkı Atay’dan. Falih Rıfkı, meşhur Talât Paşayı şöyle resmediyor:

«Talât Bey’in hayat ve şahsiyetine dair tahlillerde bulunacağımı sanananlar, aldanacaklar. … Fakat kendisinin imlâsını bizim düzeltebileceğimiz kadar türkçemiz, işde aldatıcı, politikada süratle etraf yapabilir, şark ahlâkınca faziletinden şüphe edilmez bir şef olduğunu öğrenmiştim. Sözün “Ahlâk” kelimesinin başındaki “Şark”a dikkat ediniz: Bu ahlâk doğruluğu ve fazileti gayet dar bir ölçüde benimser. Hususî ve şahsî ayıplar ve menfaate ait yolsuzluklar için müsamahasızdır. Ancak ne yalanı, ne de zulmü ahlâksızlık sayar. Talât Bey, Meşrutiyetin birçok adamları gibi bir şarklı, üstünde Tanzimat cilâsı bile olmıyan bir Şarklı idi. Fikre benzer bir sözü hatırımda kalmıştır. Romanya’yı gezip dolaştıktan sonra, dönüşte, bir Ermeni gazetesine hasbihal kılıklı demişti ki: – Biz devlet sosyalizmi yapmalıyız!» [Zeytindağı, sayfa 24, Bateş, İstanbul 1981]

Bir diğer değerlendirme TC devletinin Afrin’i zaptettikten sonra mezarını yıkıp yok ettiği Nuri Dersimî’den. Ankara’daki Türk Milli Meclisinin ilk döneminde Dersim milletvekili olarak bu mecliste yer alan Hasan Hayri, Şeyh Said isyanı sırasında Mustafa Kemal’in verdiği bir emir üzerine, amcasının oğlu Celal Mehmet ile birlikte tutuklanarak ikisi birden Elazığ’da idam edilir. Yargılamayı yapan Urfa milletvekili ve İstiklâl Mahkemesi başkanı Ali Saip, Hasan Hayri’ye <> sorur, Hasan Hayri << Mustafa Kemal Paşa’nın emri ile Kürt ulusal elbisesi giyerek Lozan konferansına telgraflar çektiğini ve [telgraflarında] Kürtlerin Türk ulusundan ayrılamayacağını açıkladığını>> söyler. Mahkeme bu günahı yeterli görür ve savunmasını dikkate bile almadan idam kararı verir. Her ikisi de orada idam edilir. Nuri Dersimî bunları anlattıktan sonra şöyle diyor:

<<İşte, tarihin böyle amansız alayları var…

Zavallı Hasan Hayri.

O, Türk’ü anlamamış olduğunu belki de idam kararı verildikten sonra anlayabilmiş ve Kürt bağımsızlığı için ölenlere hak vermiştir. Çünkü idam sehpası önünde “Yaşasın Kürt ulusu, ey Kürdistan şehitleri, işte Hasan Hayri size kavuşuyor” diye feryat etmiştir.>>

Dersimî sözlerini şöyle bağlıyor:

[Sosyal Medya’da yanlışlıkla Hasan Hayri’ye mal edilerek paylaşılan bu son sözleri söyleyen kişi aslında Dr. Nuri Dersimî’dir. Kaynak: Kürdistan Tarihinde Dersim, Dr. Vet. Nuri Dersimî, Mezopotamya Yayınları, Eylül 1999 baskısı, sayfa 191-192.]

Bunlardan bahsederek “mağdur edebiyatı” yapmadığı için Apo’ya övgü dizene ne denir! Hakikati dile getirmeyi mağdur edebiyatı sınıfına sokana ne denir?

Ne gam! Liderimiz karşıtını yenmemişse de onlara da yenilmemiş olduğunu bilmenin vakarıyla “yeni koşullarda bütün tarafların “ortak iyiliği” için açılan kapıdan her türlü riski alarak geçme kararlılığı ve cesaretiyle” konuşuyor ya; varsın anlatısını olumsuz bir dile büründürmesin, hiç yerinip yakınmasın, mağdur edebiyatı yapmasın, kararlılıkla ve cesaretle risk alması yeter de artar bile. Fakat o daha da fazlasını yapıyor: “muhataplarını kendisinden daha yükseğe yerleştirmiyor!” Tabii, kapıyı açan faşist Bahçeli’ye “Sayın” demesi ve onun adını Tayyip’ten bile önce zikretmesi de gayet manidar. Faşist maşist sana kapı açılıyorsa ordan gireceksin, el uzatılıyorsa o eli sıkacaksın, barış ve kardeşliğin hatırı için efendiliği elden bırakmayacaksın.

Sevinin Kürtler, önderiniz, Boris Yeltsin’le müzakere’ye gittiğinde, masa başında istifini bozmadan oturan Rus devlet başkanına fırça atan Çeçen lider Cahar Dudayev kadar yürekli ve bizi temsil etmede Seyit Rıza gibi dik duruşlu: “Ben sizin yalanlarınızla baş etmedim, bu bana dert olsun. Ama size de baş eğmedim, bu da size dert olsun!” demese de “vakur!” Kim söylüyor? Kürtlerin kendi partileri sayıp her seçimde oy verdikleri partinin tüzük hükmüne göre “Onursal Başkanı”. “Onursal Başkan ”deyip geçmeyin! Lenin’e, Stalin’e bile benzeri nasip olmamış bir makam. Her kongrede delegelerin oylarıyla seçilen başkanlardan bile kökü dibine inilmeyecek kadar daha derin, başı erişilemeyecek kadar daha yüksek, kürsüsü devrilmeyecek kadar daha sağlam. Kürtler Bay Ertuğrul’u omuzları üstüne almaz mı? “Özgür halk iradesi” ile kendisini “Kürt milletvekili” yapmaz mı? Türk halkının iradesi Tayyibi, Bahçeliyi ve benzerlerini habire seçip seçip başa geçirir de; Kürt halkı demokratik hakkını kullanıp Ertuğrul Kürkçüleri, Cengiz Çandarları, Mithat Sancarları, Pervin Buldanları, Sırrı Süreyyaları Tayyibistan minnet meclisine yollamaz mı? Sabr edin “çözüm”e az kaldı…

Zaten Rojava’nın yarısı TC tarafından zaptedilmiş, her kazaya Türk kaymakamlar atanmış durumda; Barzanistan Barzanistan diye aşağıladıkları Güney Kürdistan çantada keklik. TC’nin resmen gasp etmesine bile gerek kalmayacak ölçüde kontrolü altında. Eee ne kaldı şunun şurasında tüm parçaları birleştirip Büyük Kürdistan kurmaya. Haa, tam bağımsız olmayacak, emperyalist TC’nin uydusu ya da parçası olacakmış; olsun! Kürtler bir kez daha Mercidabık’ta, Çaldıran’da olduğu gibi Türklere yardım edip Türk cihan imparatorluğunu kuruyorlar. Suriye’yi tereyağından kıl çeker gibi bir çırpıda kendi nüfuz sahasına alan Türk emperyalizmine bu kadar dünya parçası yeter mi? Asla! Devlet Bahçeli “teröristbaşı”nı minnet meclisine boşa mı çağırıyor? Efendim dili biraz kaba, saygısız falan ama önemli değil; o kadar olacak. Bir kapı açtı mı açtı! Apo’yu vazife üstlenmeye çağırdı mı çağırdı! Koşun “yeni koşullar” gayet uygun, bakın Esad nasıl kaçtı? Colani bir haftada Suriye’yi nasıl teslim aldı? İbrahim Kalın Emevi camii’nde nasıl namaz kıldı?

Sıra sizde. Emevi camiine hacı gidip, Kürt Selahaddin Eyyübi’nin türbesinde Fatiha okumak ve Tayyib ile Devlet’in açtığı “Türkiye Yüzyılı”na kayıtsız şartsız dahil omak için daha ne duruyorsunuz? Zaten Serok Apo da “birinci çözüm süreci”nin ilk görüşmesinde BDP heyetine bunu ifade etmişti: “Irak, Suriye ve Türkiye birliği Maliki ve Esad rejiminin aşılmasıyla mümkün olabilir. Barzani’nin ipi Amerika ve İsrail’in elindedir.” [Abdullah Öcalan, DEMOKRATİK KURTULUŞ VE ÖZGÜR YAŞAMI İNŞA (İmralı Notları), Weşanên Mezopotamya, 4. Baskı, Nisan 2016, Neus – Almanya].

“Birinci Çözüm Süreci”ni başlatan bu ilk görüşmenin haftası dolmadan, 9 Ocak 2013’te, Paris’te Sakine Cansız ve yoldaşları Türk istihbaratının bir piyonu tarafından katledilmişti…

Not: Samet Erdoğdu’nun Facebook sayfasından alınmıştır.

Diğer Başlıklar

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (7) Hamit BALDEMiR

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (7) Hamit BALDEMiR Devrimci mücadelenin parçalanmışlığı hem kendilerini yetersiz kılıyor ve hem …

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (6) Hamit BALDEMİR

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (6) Biraz daha bunu ayrıntılandırmak gerekirse; Türkiye`de işbirlikçi çarpık tekelci kapitalizmin gelişmesi …

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (5) Hamit BALDEMİR

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (5) Hamit BALDEMİR Kürdistan Bağımsız olmadan Demokratik Türkiye Mümkün Değildir Bizim ülkemiz …

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI! Hamit BALDEMİR

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (4) Dünya devrimci hareketin ve reel sosyalizmin deneyimi gösteriyor ki, böyle kısa …