Cumartesi , 14 Aralık 2024
Home / anasayfa / NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN!-3- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN!-3- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN!

Bitmeyen Gün…

İşte yeniden enkaz başındayız. Toplanmış depremin çemberinden geçenler. Oğullar – kızlar, kardeşler, anneler – babalar, amcalar – dayılar… Urfa Kısas’dan bir araba dolusu dostlar bile yetişivermişler. Yakın köylerde ki hısım akrabalar… Tüm tanıdık simalar akmış da gelmiş. Adım başı öbeklenmişler, umutsuz bakışlar enkaz üzerine kilitlenmiş. Molozlar üzerinde fır dönmekte kimisi. Bir köşe de kadınlar figan eylemekte, ağıtlar inletiyor yeri göğü. Çaresizlik incitiyor herkesi. Umarsızca inip kalkıyor eller. ‘Sesimi duyan var mı?’ Diye inletiyor arada bir ses. ‘Sessiz olun, sessiz, diye haykırıyor, bir diğeri. Pür dikkat kesiliyoruz, varmı bir ses bir nefes… Her noktadan tekrarlanıyor çığırışlar. Yağmur şiddetini kaybetmiş, vijdana gelmiş biraz. Akedaş’ın doğu köşesinden gün doğumuna doğru bakmaktayım. Mimarsinan Parkı görülmekte ucundan, önceden pek görünmezdi. Sağ sırada üç – beş bina ayakta durmaya çabalıyor, diğerleri hepten inip serilmiş caddeye. Sol tarafın da aşağı kalır yanı yok, Bozbey Caddesi tümden moloz yığını olmuş. Her enkaz da onlarca insan. Orman karıncaları hepten toplanıp yuva kurmuş caddeye de, öbek öbek yığınlar oluşturmuşlar… öyle vaziyet. Fır dönüyorlar nefessiz. Tırnakları ile kazı yapmaktalar. Dumanlar tütüyor her enkaz başında, kapkara gökyüzü. Karınca misali dönüp duruyor insanlar. Acının en büyüğü, ağıdın en hazini, çaresizliğin en derini, umutsuzluğun en katmerlisi yaşanıyor burada. Afet filimlerinin en dramatiğini izliyoruz.
Dizlerini dövüyor, döşlerini yumrukluyor tümden kadın ve erkekler. Döne döne apansızca. Arada bir yükseliyor feryatlar, anlıyoruz ki birisinin naaşına ulaşıl mış. Nadiren yükseliyor ‘Ambulans çağırın’ diye. Büyük olasılıkla bir yaralı var. Bozbey Caddesi ağlıyor, biz ağlıyoruz. İsyan ateşine döner mi moloz başlarında ki ateşler? Homurtular artmakta…
Gün öğlene dönmekte, manzara geceden farksız. Kalabalıklar çoğalmış, enkaz yığınlarında. 19 Ağustos İstanbul deprem sabahına gidiyorum. Büyük Çekmece yönüne çıkmışız yola. Avcılara doğru inen binaları izliyoruz. Karıncalar gibi moloz yığınları üzerinde çabalayanlar. Asker, sivil kurtarma ekipleri dolu. Polisler şeritler çekerek sivil halkın yaklaşmasını engellemekte, iş makinalarına alan açmakta. Özenle enkaz altındakilere ulaşma uğraşı veriyorlardı. Anın, saniyenin yaşamsal olduğu bu dakika da bir tek iş makinası görülmüyor Adıyaman enkazlarında. Bir nefer yok resmi kiyafetiyle… Ne bir asker enkaz da, ne de bir polis var güvenlik endişesi ile koşturan. Afad, Kızılay mensubu mu… hak getire. Aramaktayız devletin ‘D’ sini, çabamız boşuna. Nuh primiz geliyor aklıma, takmışım, kıl olmuşum ben bu fakire. Afet denilince midir ne, usuma düşüveriyor muhterem. Sanki afetlerden sorumlu müdür, mesul tutmaktayım. Acep toplayıp da gemisine alıp götürdü mü tümden devlet erkanını? Bre gafil diye bağırıyorum içimden Nuh’a, sende mi tarafgir oldun bu kötü zaman da… can çekişmekte oysa nicemiz, uzanacak bir el aramakta körpe kuzular. Zamanı mıydı şimdi bilumum devletluya hükmedip, ortadan çekmenin. Bir sokak yukarıda heybetiyle durmakta Valilik Sarayı oysa, adımımla vursam sayıya, tutmaz yüz adım. Sarayın heybeti yansısa sokaklara… çıkmştı çoğumuz birer birer aydınlıklara. Oy havar oy… Askeri Kışlalar gömülmüş olmasın yerin derinliklerine, Afad, Kızılay ve bilumum kurumların üzerine çullandı mı acep beton blokları. Nuh götürmedi de, tufanına mı bahşeyledi, ‘zaten bunlar bir şeye yaramaz” diyerek, bilinmez… Deli sorular dönüyor aklım da. Tamam anladık, depremden öte tufanı yaşamıştık. Gördüklerimiz bize hafsalamızın almayacağı boyutta bir yıkımı anlatmakta. Ama her yanımız kaos, her yanımız kimsesiz, her tarafımız naçar ve biçare nasıl olabilir ki? Bu kadar mı yani? Bu kadar iflas etmiş bir devlet yapısı tasavvur edilebilinirmiydi? Ya da bir devlet halkını tümden gözden çıkarabilirmiydi? Başbaşayız işte, enkaz altındakiler ora da kurtulmayı beklemekte… Kolumuz kanadımız kırık çırpınmaktayız çaresizliğimizle. Bir başımızayız biz, dışarıdakiler. Bir duyan yok mu?..
‘Durun, sessiz olun’ haykırışı tekrarlanıyor bir kaç kez. Uğultu denizi susuyor. Hah diyoruz, bir umut… ‘şurdan bir ses geldi sanki’ diyor birisi. Başkaları da kulak dayıyor betonlara. Ses geldi gelmedi tartışması süreken, uzman bulmaya çıkıyoruz az ilerimizde ki Valiliğe doğru. Mahşeri kalabalık, Atatürk Bulvarı çift yönlü olarak. Vay anam diyoruz, bulvar etrafı o yüksek binalardan eser yok, oteller bankalar ve tümden o heybetli binaları yeni görüyoruz. Bu enkazlarda da hiç bir kurtarma faaliyeti yok. Bu mahşeri kalabalık ne peki, diyoruz. Biraz dolaşıp yardım edecek birilerini ararken anlıyoruz. Enkaz da yakını olanlar bir umuttur gelmişler bizim gibi. Bir uzman, bir iş makinası, bir kazma, bir kürek bulur muyuz umuduyla. Homurtularla dönüyorlar. Resmi kişi olabilecek birilerini gördüklerinde yapışıyorlar. Yok, yok… Derman arayışları nafile. Vali kaçmış diyorlar. Vali ‘Adıyaman da ciddi bir durum yok’ diye bilgi veresiymiş üst makamlara, tuhaf. Vali kayıp diyorlar, belli ulaşılmazlara karışmış. Hadi Vali sır oldu diyorum, Belediye yokmuydu bu memlekette? Ya Afad? Biliyorum, benim bir köylüm vardı Afad da çalışan. Vardı böyle bir kurum. Nere de bu askeriye ve polis? Neden bir organize yok? Bilinir oysa, tüm kentlerde vardır afet merkezi, her olasılığa karşı hazır tutulur ve kurumlar arası organize şablonu önceden hazırdır. Kitabında böyle yazılmıştır, devlet kültüründe yer etmiştir bu. Fır dönüyoruz ulaşılacak birisini bulamıyoruz. Atatürk bulvarı kaosunu bırakıp dönüyoruz kendi kaosumuza. Tartışılmakta çözüm önerileri. Telefonlar devre de, aranıyor her altarnatif umut. Sonuçta Urfa dan bir kepçeciyi getirmek için yola çıkılıyor.
Omuzlar düşük, suratlar asık, eller ovuşturulmakta. Bir kepce geçmekte önümüzden. Birileri enkazına götürmekte, herkesin bir enkazı var buralar da. Durduruyoruz,hiç değilse şu şemşiye gibi enkaza abanmış çatı profillerini çekelim kenara diyoruz. Kırmıyor bizi, çekiyor. Bir akın daha düzenleyip atabildiklerimizi sallıyoruz aşağıya. Hiç bir anlamı olmadığını biliyoruz, belki de canların üzerinde ki yükü azaltırız iç güdüsü işliyor. İniyoruz… Karakoç’tan gelmiş bir yaren. Ekmek peynir ve bir termos çay ile. Peynir ekmek dürümü ve bir bardak çay iyi geliyor buz gibi hava da. Çay ısıtırmı ki, üşüyor yüreğimiz. Kızlarım araba da, saatler geçmiş. Aç susuz halleri. Zelal’im acıktım da diyemez. Çaresiz bekleyeceğiz kepçeyi. Varalım çocuklara diyoruz. Durulmuştur artık, çat kapı varıp evden alalım yiyecek birşeyler… Kalıcıyız sokaklarda, takviye şart, battaniye falan. Sürüyerek ayaklarımızı arabaya biniyoruz. Gidilecek güzergahı kabaca biliyoruz, yıkıntıların tam kapatmadığı yerler. On metre ilerlemişiz henüz… ‘ne oluyoruz’ diyerek sinirlice bakıyorum geriye. Birisi sağ arkadan bindirdi arabaya diyorken, sol önüm gidiyor kaldırıma doğru. Gözlerim aynaları turlamakta. Göremiyorum bize toslayan bir araç. Koşuşanlar çoğalıyor anın da. Dört tekere halat bağlamışlar da çekmekteler bizi bir o yana bir bu yana. Yahu bu nasıl oyun, ne tuhaf bir şaka? Çığlıkların yükselmesiyle anlıyoruz taptaze bir depreme yelken açtığımızı. Ha çarptık ha çarpacağız kaldırıma. Oysa yol önümüzde uzanıyor, dostdoğru, biz dönüyoruz durmadan. Frene basıp kontağı kapatıyorum. Hareket halindeyken savrulmaktayız, fena. Binalar selvi ağaçları gibi salınıyor, ha düştü ha düşecek. Ağacın kökten kırılmasında çektiği acı gibi sızlanıyor binalar. Saat 13.24. Koymuşlar da bizi bir uçan halıya, yukarı aşağı dalga dalga gidip gelmekteyiz. Ya da denizde siniz de, atıvermişsiniz kendinizi deniz yatağına… usulundan da bir esinti var… koyvermişsiniz dalgaların kucağına kendinizi, sörf eylemektesiniz. Alaaddin de nerden çıktı şimdi, lambadan dilekte de bulunmadık. Bu halı da bir acayip, inip çıkarken kesiliyor nefesimiz. Tövbe tövbe, ne işimiz var masal diyarında diye düşünürken, toz dumanları yükseliyor dört yandan. Kaç bina indi yere? Çığlıklar eşlik ediyor koşuşturanlara. Çakılı kalıyoruz orada. Tahtaravallideyiz, durduramıyoruz, içimiz akıyor sanki. Gündüz gözüyle, can kulağıyla izleyip dinliyoruz. Bitap düşmüş binalar inilemekten. Ağlıyor yer kabuğu, uğultular
çıkararak, ne çekti son bir gündür, diyoruz. Korkmuyoruz önceki kadar, yer yüzü ile temastayız, ondan herhal… Yeter diyoruz bu kaçıncı, çıldırmış olmalı deprem baba. Yorulmak bilmez mi, dur durak yok mu bunda? Hadi ufak tefek artcılara alıştık, aldırmıyoruz. On onbeş dakika da bir ‘deprem var’ nidası duymaktayız aralıksız. Şaftımız kaydı gecenin dördünden beri. Yüreğimiz ağzımızda. Hareket edemiyoruz, her yanımız insan seli. Tuhaf geliyor bize bu deprem, resmen bir oryantal misali raks etmekte. İnlemesi bitti yerkürenin nihayet, doğumunu yapmıştır diyoruz. Geceki kadar uzun sürmedi diyoruz, çalkalaması zayıftı. Hele alttan vuruşları tarifsizdi, gece yarısındakinin. Hareket halindeyiz. Fark edememişiz önceden, alaca karanlıktı, ondandır. Arıyor gözlerimiz hasar görmeyen bir yapıyı. Ne de cafcaflı bazıları, özenle süslenmişler. Paramparçalar şimdi. Kaşı gözü yarılmış bir gelin gibi. Varıyoruz limanımıza, yara bereleriyle ayakta evimiz. Batı tarafında bir duvarımız daha patlamış. Çizgiler dönüşmüş yarılmalara. Az önceki tufandan olmalı. Ne dayak yemiş olmalı ama!.. Ring de amatör birisine, profosyenel bir boksör tarafında atılan dayak gibi her yanından dökülmüş. Hızlı haraket etmeliyiz diyoruz, birbirimize. Çünkü az önceki deprem bir artcıya benzemiyordu, yenisi gelecektir, emin konuşuyoruz. Yaşayarak uzmanlaşma bizimkisi. İkimiz giriyoruz içeri. On dakika, sürüyor saat kadar. İyi bir hasılatla dönüyor anne ile kız. Islak elbiseleri çıkarıp, giyiyoruz kuruları. Atıştırıyoruz ne bulduysak bir miktar. Mahalemize göz atıyoruz. Karşımızda altı bloktan oluşan bir site dönmüş harebeye. Bizimle aynı zaman da inşaya başlamışlardı,daha olmadı dört yıl kadar. Tanıdık bir kaç yüzle karşılaşıyoruz. Donuklaşmış suratları. Evimizin altı bakkal, giren çıkanlar görüyoruz. Geceden görmüştük, duvarın biri yerde. Yaklaşıyoruz üç beş kişi içer de. ‘Hayrola, neylersiniz burada’ diyoruz. Tanıdıklar karşı siteden. ‘Evlere giremiyoruz, alamıyoruz hiç bir şey, atıştımalık alıyoruz’ diyorlar. Olur mu böyle diyoruz. ‘Aldıklarımızı not tutuyoruz, ödeyeceğiz’ diyorlar. Birgün sonrasın da raflarda çamaşır suyuna kadar talan edildiğini görüyoruz. Çıplak raflar kalıyor geriye. Yandı diyoruz, Bakkal Yusuf yandı. Zor toparlar kendini. Ulaşıyoruz kesik kesik de olsa konuşmamız, umursar görünmüyor bakkalımız. O da enkaz başında, aile apartmanında ‘onlarca canımın peşindeyim ben, kökünü götürsünler,’ ‘canları sağolsun’, diyor.
Kaçtır aramakta bir dost şafaktan beri. Mahallemizde oturan abisini sormakta. ‘Ulaşamadım hiç birisine, bir bakıver’ diyor. Bir beş yüz metre ilerimizde oturmaktalar. Yoklamalıyız halleri nicedir, diyorum. Kaçtır aradım, her fırsatta. Nafile ulaşamadım. Köşeden göz atıyorum, binaları yerde… İçim cız etmekte, bu kaçıncı? Varıyoruz iki dakika da. Yığılmış bina, frenç pres de kahve tortusunu indirmek için üsten bastırcasına. Bir allahın kulu yok enkaz başında. Nerden baksan altı kat ve üç daire üzeri inşa edilmiş. En azı kırk beş kişi vardır, diyorum burada. Yok mu bu kadar insanın bir yakını? Sorular sorarak dönüyorum moloz yığının etrafını. Bir yaşam belirtisi aramaktayım. ‘Mahmut’ diye haykırıyorum. ‘Zeynep bacı’ diye sesleniyorum kaç kez. ‘Şiar’ diye yükseltiyorum sesimi, nafile cevap alamıyorum. Döndüğüm de arabaya, ‘Mahmut Lekesiz’leri de kaybettik’ diyorum titrek sesle, yavaştan… ‘Bu yıkıntıdan sağ çıkan olmaz!’ Gözlerim dolu dolu. Her sabah ve her akşam uğrar oldum enkaza. Dördüncü gün de görebildim enkaz başında birilerini. Dönüş yapamıyorum beni arayan dostuma. Mesaj atıyorum kısadan. ‘Umut yok’ yazıyorum.
Dönelim diyoruz, gelmiştir kepçe. Varmak lazım enkaza. Düzenlemişiz tekmilinden arabamızı, yeni mekanımız sayılır. Kaç akşam kaç sabah kalacağız, bilinmez. Enkaza daha yakın bir yere park ediyoruz, gözümüz çocuklarda olsun diye. Kepçe gelmiş ufaktan çalışmakta. Bir gelişme yok, belli. Gün akşama dönmekte. Değişen pek bir şey yok, ortalık mahşer yeri, feryat figan denizi burası. Kalabalık daha da artmış sanki. Devlet kurumlarından eser yok hala. Karıncalar gibi çalışıyor insanlar. Başka illerden, köylerden yakınlarına ulaşmaya gelenler var. Bozbey de üç beş olmuş kepçe sayısı. Yağmur bir hızlanıp bir yavaşlıyor, kar tadında bir soğuk devam ediyor hala.
Arada üç beş toplanıp kritik yapmaktayız. Enkaz da başka kimler var, çıkan oldu mu acep. Girişte fırın var gece de çalışmakta. Üç kişilermiş çalışan, deprem anında kaçabilmişler. Çatı katın da yeni evli çift, deprem sonrası inmiş enkazdan. İki kat da bizimkiler kalmakta, altı kişiler. Birinci katta bit çift, deprem bükmüş binayı, yatak odasını atmış kenara, şansları varmış kurtulmuşlar. Beşinci katta altı aylık yeni evli bir çiften haber yok, yakınları feryatta. Sekiz can diyoruz, olabilecekleri odaları tarif etmekteyiz kepçe oparetörüne. Görmekteyiz halbu ki, mikser misali döndüre döndüre indirmiş binayı. Ulaştığımız eşyalardan belli. Mutfak eşyası çıkıyor oturma odası olacak yerden, misal. Kepçe vurmakta haşmetle beton parçalarına. Yavaş diye bağırıyoruz, ara da. Ya incinirlerse sarsıntılardan. Çıldırmışcasına ağlamkta kadınlar. Ebru canın annesi, kız kardeşi yıkıyor ortalığı. Kimi bayılmakta habire. Alicem, Eda ve Ada sesiyle inlemekte Bozbey Caddesi.
Gün akşama dönmekte. Umutlarımız kırık, çalışmanın bitmesi gerek. Karanlıkta ne yapılabilinir ki? Kepçe ışığı çalışmaya yetmiyor. Sokak lambaları solmuş. Hep karanlık geceler, on gün kadar sürecek, bimiyorduk. Kontak kapanıyor kepçede. Eller böğrümüzde kalıyoruz öylece. Çaresizliğin kitabını yazan varmıdır, bilinmez. Bozbey de yazılmakta umutsuzluğa, çaresizliğe dair her şey. Sokak köşelerinde ki çöp kutularına taşınmış ateşler. Başlarında insan kümeleri ısınmakta ve kurutmakta ıslak giysilerini. Küçük kamyonet ya da münibüsler dolaşmakta arada, ıvır zıvır dağıtmaktar. Bisküvi, kek, meyve suyu falan. Bardak da çorba verenler bile uğrar oldular. Çoğunluk Diyarbakır ilçelerinden gelmekte. Siverek, Silvan ve diğerleri. Şırnak’dan bile ulaşmışlar. Mardin elleri ikinci sırada gelmekte. Kapıp getirilecek ne varsa ilk elden, alıp getirmişler. Oysa biz daha anı yaşamaktayız, ‘ne çabuk yetişmişler bunlar’ diye düşünmekteyiz. Uçakları, helikopterleri de yok bunların, devlet yetişememiş henüz… garip gelmekte bize. Oy diyoruz, umut bizim insanımızda, bizi biz sarar, biz yaşatırız ancak. Fıratın öte yakası beri yakasına kol kanat germekte. Mutlanıyoruz incede.
Çöküyor gecenin karanlığı, körüklenmiş ateş yığınları. Öbek öbek toplanıyoruz ateş başlarına. Bıçak açmıyor ağızları. Isınıp kurulananların çoğu çekiliyor araçlarına. Hep haraketli bir cadde olduğumuz yer. Şimdi de öyle. Bitap düşmüşüz yaşanılanlardan. Kontak açık ve çalışmakta aracımız. Soğuğun hası var dışar da. Her araç geçişi ve çıkan seste irkilmekte Zelişim. Camları bir örtüyle kapatıyoruz. Bire birer kapatmaktayız gözlerimizi. Hışımız çıkmış ama dalamıyoruz derin bir uykuya. Yorgunluktan mıdır yoksa az ötemizde betonlarla koyun koyuna olan canların titremelerimi sarsmakta bizi, kıvranıp durmaktayız gece boyunca. Oyyy havar!.. (sürece)

Kaynak: Remzi Bilget’in Facebook sayfasından alınmıştır.

Diğer Başlıklar

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (5) Hamit BALDEMİR

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (5) Hamit BALDEMİR Kürdistan Bağımsız olmadan Demokratik Türkiye Mümkün Değildir Bizim ülkemiz …

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI! Hamit BALDEMİR

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (4) Dünya devrimci hareketin ve reel sosyalizmin deneyimi gösteriyor ki, böyle kısa …

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (3)

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (3) Proletaryanın Devrimciliği ve Komünist Parti Koşulu Proletaryanın, toplumsal üretimdeki yer ve …

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (2)

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (2) İlk insanın üretim faaliyeti.İlkel dönemin üretim araçlarının gelişimi ile somutluk kazanan …