NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN! -2- Remzi BİLGET
Bitmeyen Gün…
Yaşamak güzel şey be kardeşim, anı yaşamak hele… İpin ucundasın, cellat attı attıyor tekmeyi ayağının altındaki sehpaya… Atmış da büyük olasılıkla, zonturlusundan hem de. Kırıldı kırılacak boyun kemiklerin. Dil çıkmış yılanın ki gibi havada titrek titrek oynayıp, bir yaşam emaresi arar. Oksijen kesilir yavaştan. Bir şeyler olur, o an. Mucize yanı başında beliriverir tüm ışıltısıyla. Alır kollarına, çekip çıkarır seni o cendereden. Oh dersin, ölümün kıyısı da varmış brader. Ölümün kıyısında sörf yapmak. Hemde çeşitlisinden, değik değişik. O kıyıdan o kıyıya akışıp durmak. Ne yaman şey anne! Soluksuz, nefessiz kıyılarında gezinti yapmak ölümün, anne… Dur gelme, işim yok senle. Uzak ol ölüm! Sevemem seni, buz gibisin, donuk ve ürpertici. Ruhsuz, kıpırtısız olunur mu hiç?
Mucize sarmalıyor kollarıyla benliğimizi. Tüm ışıltıları, haşmeti ve yaşama dair tüm emareleriyle iç içeyiz. Geçmiş oturuyoruz, dışarısı buz soğuğu deminde, arabadayız işte. Çarpıyor kalbimiz pıt pıt. Şoktamıyız, şaşkın mıyız… sırat köprüsünün tam ortasındayken araba da soluklanışımızın ahengi, huzura mı boğdu bizi. Donuk, kıpırtısız durmaktayız. Bakışıyoruz duraksız. Tebessümler salıyoruz bir birimize.
Nazım uğruyor, yanıbaşımızda bak… Kızıl saçlarını kuşanmış. Yıl 1987, İstanbul Sağmacılar cezaevideyiz ama… B-1 koğuşun da ranzamda uzanmışım. Sayfalar arasından sesleniyor kıvırcık kızıl saçlı adam. Dersini ezberlemiş, okuyor yaşam felsefesini. Heybetli de hem. Pür dikkat dinlemeye geçiyoruz. Beynimize kazıyalım diye midir bilmem. Yelelerini kabartmış ve yüksekce bir tepecik üzerinde sanki… kükreyerek okuyor dizelerini Nazım. Transa geçiyoruz kısa süreliğine.
”YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ,
BÜYÜK BİR CİDDİYETLE Y AYACAKSIN
BİR SİNCAP GİBİ MESELA,
YANi, YAŞAMIN DIŞINDA VE ÖTESİNDE HİÇBİR ŞEY BEKLEMEDEN
YANİ, BÜTÜN İŞİN GÜCÜN YAŞAMAK OLACAK.
YAŞAMAYI CİDDİYE ALACAKSIN,
YANİ, O DERECEDE, ÖYLESİNE Kİ,
MESELA, KOLLARIN BAĞLI ARKADAN, SIRTIN DUVARDA,
YAHUT, KOCAMAN GÖZLÜKLERİN,
BEYAZ GÖMLEĞİNLE BİR LABORATUARDA
İNSANLAR İÇİN ÖLEBİLECEKSİN,
HEM DE YÜZÜNÜ BİLE GÖRMEDİĞİN İNSANLAR İÇİN,
HEM DE HİÇ KİMSE SENİ BUNA ZORLAMAMIŞKEN,
HEM DE EN GÜZEL,
EN GERÇEK ŞEYİN YASAMAK OLDUĞUNU BİLDİĞİN HALDE.
YANİ, ÖYLESİNE CİDDİYE ALACAKSIN Kİ YASAMAYI,
YETMİŞİNDE BİLE, MESELA, ZEYTİN DİKECEKSİN,
HEM DE ÖYLE ÇOCUKLARA FALAN KALIR DİYE DEĞİL,
ÖLMEKTEN KORKTUĞUN HALDE ÖLÜME İNANMADIĞIN İÇİN,
YASAMAK, YANİ AĞIR BASTIĞINDAN.
DİYELİM Kİ, AĞIR AMELİYATLIK HASTAYIZ,
YANİ, BEYAZ MASADAN
BİR DAHA KALKMAMAK İHTİMALİ DE VAR
DUYMAMAK MÜMKÜN DEĞİLSE DE BİRAZ ERKEN GİTMENİN KEDERİNİ
BİZ YİNE DE GÜLECEĞİZ ANLATILAN BEKTAŞİ FIKRASINA,
HAVA YAĞMURLU MU, DİYE BAKACAĞIZ PENCEREDEN,
YAHUT DA YİNE SABIRSIZLIKLA BEKLEYECEĞİZ
EN SON AJANS HABERLERİNİ.
DİYELİM Kİ, DÖVÜŞÜLMEYE DEĞER BİR ŞEYLER İÇİN,
DİYELİM Kİ, CEPHEDEYİZ.
DAHA ORDA İLK HÜCUMDA, DAHA O GÜN
YÜZÜKOYUN KAPAKLANIP ÖLMEK DE MÜMKÜN.
TUHAF BİR HINÇLA BİLECEĞİZ BUNU,
FAKAT YİNE DE ÇILDIRASIYA MERAK EDECEĞİZ
BELKİ YILLARCA SÜRECEK OLAN SAVAŞIN SONUNU
DİYELİM Kİ, HAPİSTEYİZ,
YAŞIMIZ DA ELLİYE YAKIN,
DAHA DA ON SEKİZ SENE OLSUN AÇILMASINA DEMİR KAPININ.
YİNE DE DIŞARIYLA BERABER YAŞAYACAĞIZ,
İNSANLARI, HAYVANLARI, KAVGASI VE RÜZGARIYLA
YANİ, DUVARIN ARKASINDAKİ DIŞARIYLA.
YANİ, NASIL VE NERDE OLURSAK OLALIM
HİÇ ÖLÜNMEYECEKMİŞ GİBİ YAŞANACAK…
BU DÜNYA SOĞUYACAK,
YILDIZLARIN ARASINDA BİR YILDIZ,
HEM DE EN UFACIKLARINDAN,
MAVİ KADİFEDEN BİR YILDIZ ZERRESİ YANİ,
YANİ, BU KOSKOCAMAN DÜNYAMIZ.
BU DÜNYA SOĞUYACAK GÜNÜN BİRİNDE,
HATTA BİR BUZ YIĞINI
YAHUT ÖLÜ BİR BULUT GİBİ DE DEĞİL,
BOŞ BİR CEVİZ GİBİ YUVARLANACAK
ZİFİRİ KARANLIKTA UÇSUZ BUCAKSIZ.
ŞİMDİDEN ÇEKİLECEK ACISI BUNUN,
DUYULACAK MAHZUNLUĞU ŞİMDİDEN.
BÖYLESİNE SEVİLECEK BU DÜNYA
“YAŞADIM” DİYEBİLMEN İÇİN…”
Soluklanmadan dinliyoruz. Baba nasihati tadında mübarek, say say bitmiyor. İçiyoruz söylenenleri, kafa sallıyoruz, doğru söylersin dercesine.
Belli, usta deprem tufanını yaşamamış ama. Tek satır karalamamış, kör karanlıkta gümbür gümbür çarpılmaların girdabında nasıl tutunulur yaşama… Bas bas bağırıp küfretmek isterken altımızda ki o boynozlu yaratığa… Boynozunun ucuna takmışta, savurup duran o köftehor’a. İki sözcük edememenin ıstırabını söylemedin be usta. Gri ve beton soğukluğunun çukurunda kıvranırken yaşamaya dair tek cümle kurmamışsın be koca Nazım, diyoruz. Eleştiri babında değil elbet. Nuh bile şaşkına dönüp, acze düştü yanıbaşımızd,gördük. Nazım usta nerden bilsin deprem tufanını, yaşamamış o da, belli… Ondardır her halde. Etmemiş bir çift söz, olsun severiz yine de Nazım’ı.
Araba çalışıyor, ısı gelmiyor hala. Belli, araba da kalacağız. Arka koltukları yatırıyoruz, bir battaniye alta seriliyor. Bir battaniye daha var. Vallahi tümümüzün montları da mevcutlu. Nasıl da bulup almışız bütün bunları o kör karanlıkta? Ve de çırpınırken dört duvar içinde, ne ara kapmışız. Bir tek ayakkabılarımız eksik sanki, terliklerle çıkmışız. Eh, tecrübe konuşuyor, İstanbul depremlerini gördük biz. Bilimsel yöntemlerin hiç birini hatırlamasak da o hangamede. Ne yatak yanına uzandık ne de masa altına. Kim dinler Deprem Dede’yi. Deprem çantası da neymiş, korunma kurallarını kim takar? Olsun, biz battaniye ve montlarımızı almışız ya, gerisi teferruat. Oturma düzenini de oluşturduk tezelden, gelen aramalar içinde. O saat’te epeyce uyanık olan varmış, geceye akanlar belki, şaşkınım. Çalıyor telefon peş peşe, nadiren duyuyoruz bir kelime. ‘Alo’ dan sonrası yok. İlk kızım arıyor, Otobüsle İstanbuldan geliyor, şöylemiştim az evvel. Aramaya devam ediyor duraksız. 17 kez aramış, soradan baktım.
‘Ablayı arayalım’ diyor eşim, düzen karmaşası bitende. Telefonu açıyorum, 4.32′ yi gösteriyor saat. Sonradan ögreniyoruz, 4.20 de başlamış deprem. İki dakikasını deprem anına sayın, fırtına estirip kurulmuşuz arabaya 10 dakika için de. Yiğitlikten mi panikten mi, bilemem. Çalıyor telefon, ses yok abladan. Bir daha bir daha, yok… Açan yok telefonu. Abuzer’i diyor, Ebru’yu ara. Telfonları çalmıyor bile. Hepsi aynı bina da oturuyorlar. Huzura ermiştik oysa az öncesinde. Topu topu bir on dakika, ne kadar da mutlanmıştık. Zafer serhoşluğu tadında… Muzaffer bir ordu neferleri gibiydik. Kazanmıştık meydan muharebesini. Tadını çıkartmak hakkımızdı. Kutlamalar yapacaktık, yarınlarda. Kursağımızda kaldı bütün sevinçlerimiz. Hüzün dolduk bendek bendek. Kat kat korkulara gömüldük. Acılarla doldu benliğimiz, kahrolduk. ‘Ara bi daha’ diye sesleniyor eşim. Çalan telefon yok. Hatlar iptaldir diyorum, burası Türkiye. Hangi afette çalıştı ki iletişim ağları? Telaş fırtınaları koparken içimizde, teselli arıyoruz, sistemin çürümüşlüğün den, belkilere sığınıyoruz. Hani hatlar düşmüyor da ondan açmazlar, diye. Hadi gidelim diyoruz… Nerden, hangi yoldan gitsek? Karapınar yolundan direk Valilik önüne varırız, arkası ablanın evi… İtiraz ediyorum bu fikre, besbelli fatura ağır. O yol kapalıdır, çıkmıştır araçlar yola, geç olur, diyorum. Öğreniyoruz soradan, araçlardan değil, enkazlarla kapanmış oralar zaten. Flamingo yolundan ana yola çıkmak mantıklı geliyor. Hareket ediyoruz, kalp atışlarımız hızlı. Ercan, Yıldız diyoruz. Ayrı binalardalar, Ablanın çocukları… Biz mi ulaştık Ercan mı, iniyorken Eğri Çay’a doğru, hatırlamıyorum. ‘Biz iyiyiz de’ diyor Ercan… Söyle be adam, ‘de’ si ne? Bırakma insanı tererdüt kuyularına. Sesi de büklüm büklüm geliyor, dizilircesine gırtlağına. ‘Anamın binası yok’ diyor sonunda. İki cümle ile bitiriyoruz, uzun konuşmamızı. Anlıyoruz vahameti. Kapanıyor yine telefon. Yeniden ‘araa’ nidasını duyuyorum, arkadan. Gerek yok, iki dakika da oradayız, hatlar çalışmıyor zaten. Hop inip kalkıyor yüreğimiz. Yükleniyorum gaz pedalına. Araçlar hızla doluşmuş yollara. Kaçıyorlar mı yoksa sevdiklerine yetişme peşindeler mi, bilinmez. Bizim gibiler diye geçiriyorum içimden, herkesler sevdiklerine ulaşma umuduyla çıkmışlar yola… Eğri Çay’dan dikiliyoruz Valiliğe doğru. Solumuzda ki karşıt yol, moloz yığınıyla dolu, kapalı. Sayamıyoruz kaç bina yerle bir. Çabuk olmalı, yetişmeliyiz, nicedir halleri canlarımızın? İlerisi araç çümbüşü. Sağa kırıp Bozbey yoluna gireceğiz. Mesafemiz iki dakikalık. Bozbey girişinde yola yığılmış bir bina. Çaresiz bakınıyoruz etrafımıza… Tanrım nedir bu? Nutkumuz tutuluyor, dona kalıyoruz. Sola döneceğiz enkaz, ilerisi enkaz, gidilmez diyorum. Sağımızda otoparkımsı bir yere çekip duruyorum. Karanlık deryasında etrafı süzüyoruz. Kavramaya çalışıyoruz tufanın boyutunu. Boş yere değilmiş deprem anındaki inim inim inlemeler. Hiçten çığlık atmamış koca binalar. Kaçıncı bina sayamadık, yerle bir.
Siz kalın, ben bi varayım diyorum. Yürür adım beş dakika mesafe. ‘Ben’ diyor eşim, olmaz diyorum, Zelişimiz araba da. Yalnız bırakamayız. Bozbey yolunu yaya da geçemiyorum, geçit vermiyor moloz yığını. Labirentler çizerek ilerliyorum. Bir aşağı sokağa bir yukarıkine girip çıkmaktayım. Hangi bina yıkılacak durumda algılıyamıyorum, yamulmuş çoğu. Pizza kulelerini dizmişler Adıyaman’a tekmilinden, elini dayasan inecek gibiler. Üzerime düşer mi biri diye radarlarım açık. Telefon ışığında ilerlemeye çalışıyorum, kar tadında yağmur bir hışım inmekte. Boynumdan sular iniyor gövdemin derinliklerine. Dizime kadar batmışım suya. Yol kalmamış, on adım yürüyesin. Oy havar diyorum her adımım da, oy havar. Çığlıklar çoğalıyor durmadan. Yarışırcasına koşturuyor insanlar. Nere varacaklarını bilmez gibiler. Yönleri dört bir yana, hızla ve feryatlarla koşturuyorlar… Ben de kervana katılmışım, olabildiğince hızlı. Akedaş’ı geçip ulaşabiliyorum Bozbey Sitesi önüne. Karşımda Ablanın, Zeyno ablanın evi. İçim geçiyor, kanım boşalıyor sanki. Sağım sağım sağılıyorum apansız. Hafiften şafağın ışıltısı var sanki bulut larının ardında. Seçilebiliyor gibi görüntü alanım. Altı kat bina inmiş iki kat boyuna. Hem de üsten preslenmişcesine. Kocaman bir kömürlü ütü ile düzlenmiş gibi. Şaşkın dönüyorĺar bizimkiler, işte oradalar. Figanlar arşı sarmış Bozbey de. Dört yanım çığlık, her yanım feryat. İsimler çağrılıyor her ağızdan, değişik ve farklı isimler. Kim kime seslenmekte belli değil. Uğultu deryası olmuş buralar, gökkubbe indiriyor duraksız yağmurunu. Kucaklaşıp bakışıyoruz abladan geride kalanlarla. Umutsuz, umarsız hallerimiz. Böğrümüzde ellerimiz, süzüyoruz, dümdüz olan binayı. Beton yığınını delip, canları görme peşinde gözldrimiz, röntgen cihazı misali…
Molozların üzerinde dönüp duruyoruz. Atabileceğimiz moloz parçalarını tutup fırlatıyoz yola doğru, canhıraş. Bağırıyoruz en üst perdeden, avazımızın yettiğince. Abüzer, Ebru, Ada, diye haykırıyor birimiz. Ela, Anne, Alicem diye çığırmakta diğerimiz. ‘Sesimizi duyuyormusunuz’ diye feryat ediyor öbürümüz. Kulaklarımızı dayayıp beton bloklarına, bir nefes duymaya çalışıyoruz. Hava bu kadar soğuk, yağmur bu kadar ıslak mı olur? Böylesi bir gün de sen mi eksiktin, az geri dursan olmazmıydı mübarek! Beton soğuğu az mı geldi, donuyor şimdi canlar. Tir tir titremekte tenleri…sızım sızım sızlamakta kemikleri. Reva mı şimdi, hangi insafa sığar? Zangır zangır oldu yüreğim, büzülmekteyim. Enkazı dolanıp duruyoruz, manasız ve bi çare. Bir ses, bir nefes… yağmurun beton parçalarında yankılanan şakırtılarından başka ses işitilmiyor. Duramıyoruz, kaldırabileceğimiz ne bulsak fırlatıyoruz aşağıya, takatsız kalana kadar. İğne ile kuyu kazmadan öte değil yaptığımız. Sudan çıkmış sıçana dönmüşüz hepimiz. Ara da karşı bina önünde yanan ateşin başına iniyoruz. Ne bir kürek var elimizde ne de bir kazma… çıplak ellerle ne yapılabilinir ki? Boşa çekiyoruz küreği, umut dünyası işte.
Bir gün öncesiydi daha. Bir köyden geçmiş olsundan gelmekteydik, keyifliydik dönüşte. Her dönüşte bir yerlerden, adet olmuştu artık, soruyoruz yine: ‘Zeyno can’ diyoruz, ‘bir evin barkın var mı, gidiyormuyuz bize…’ Her zaman ki cevabımızı almıştık yine. ‘Benim bir evim barkım var’. Israr olmazdı bu sözden sonra. Bıraktığımızda. Evinin kapısına, almıştı tam buğday ekmeğimizi, uzatıvermişti camdan. Gülüşmüştük, herzaman ki bu hallerimize. Çok tuhaf değil mi be abla, şimdi şu haller? Reva mı allahın seven, sen betonlar altında, biz olmuşuz seyirci. Yakıştı mı bu çaresiz ve aciz bırakmalar? Kıymazdın bizlere, kıramazdın. Ablaydın, ana yarısı olmuştun, kanatlar açardın bize. Kızdırmazdın kimseyi, yarın Helin gelen de sizdeyim demiştin, kaç saat geçti. Acelen neydi ki bu kadar? Bak Helin gelmek üzere, takıver ayakabılarını. Yalnız, tek başınamısın karanlık denizinde… varabildin mi bir üst kata. Abüzer ile Ebru cana ulaşabildi mi ellerin? Torunlarını sarmalayabildin mi, kuzularım diye? Kırıldı kanatların da ulaşamadın mı yoksa? Telaşın dindi mi acep?
Meraktan harap oldu şimdi araba da beklerken hayat yoldaşım, bir varayım yanına. Varıp ne desem, beynim durmakta. Bir akıl ver, ablasın sen. Usul usul revan oluyorum park yerine, gözlerim yerde. Ayaklarım isyanda, direniyor yürüme isteğime. Soruları düşünüyorum… ‘çıkmışlar mı enkazdan, yaralılar mı, olumlu birşeyler söyle?..’ Sürte sürte moloz parçalarına adımlarımı, ilerlemektey
im. Göğün renginde düşüncelerim, koyu ve renksiz. Ateşler çoğalmış yıkıntılar başında, fıganlar çığ gibi. Kaynıyor içim, boğulur gibiyim, boğum boğum gelen içimdeki kabartı, düğüm düğüm diziliyor gırtlağıma. Nefesim kesilmekte, tutmaya zorluyorum kendimi, damlalar iniyor sıra sıra yanaklarımdan. Ayaklarım geri tepiyor sanki. Ne diyeceğimi kurgulamaktayım, yol bulamıyorum. Biçareyim.
Arabanın kapısını açıp yığılıyorum, belli etmemeye çalışarak hallerimi. Ne söylesem, ne desem ki, diyorum peşinen. Gözlerle anlatıp anlaşıyoruz, çok şey sormuyor eşim. Gözleri dolu dolu, sözcük çıkmıyor ağzından. ‘Ben bi varayım, sen bekle’ diyor. Çıkıyoruz birlikte, dur diyorum, terlikle olmaz. Bahçe kostümlerim araba da. Kara lastiği o’na veriyorum, su geçirmez. Sarı çizmelerimi de ben geçiriyorum çıplak ayaklarıma. Dikkat et, binalar çok tehlikeli, duman olmuşlar yol boyu diyorum. Aydınlanıyor ortalık. Gelmeliydi şimdiye kızım. Arıyorum durmadan. Telefon’dan, whatsap’dan, olmuyor. Mesaj atıyorum, geliyor cevap. Gölbaşı’ndaymış. Yol deprem de yarılmış, durmuş trafik. Sormadan ben, burası çok kötü baba, diyor kızım. İliklerim titriyor, klimayı sona getiriyorum. Motor çalışıyor durmaksızın. Kapatıyorum gözlerimi, kafam olmuş ambele zonkluyor. Buzlarım çözülmekte, ılımaktayım. Masayı kurmuş okey çeviriyoruz. Abüzer teyzesiyle, Ebru benle eşleşmişiz. Birinci partiyi kaybediyoruz, ‘bu size avans’ diyor Ebru. İkincisinde de atıyoruz havluyu, daha önceleri perişan ediyorduk oysa. Künefe üstü dondurmasına oynuyoruz. Şansımız kırık, kelle paçasına bir sonki sefere diye şamatadayız, hepsi iki gün öncesiydi. Yeri göğü yıkan hiperaktif Alicem, nasılda usluydı o gün. Abüzer ne zaman oluyoruz bahçe komşusu? Kaç senedir tasarlamaktayız oysa. ‘Sizinle her şeye varız abi’ diyor, Ebru. Hesapsız ve içten sözleri. Gözlerimi açıyorum, içim geçmiş açlıktandır, diyorum. Sersem gibiyim, harbisinden. Yağmur yavaşdan serpiştiriyor. Zelalım kırpmamış daha gözlerini. Belli epeyce huzursuz, sevmez ani değişkenlikleri. Ablan gelecek birazdan diyorum, birlikte gidip alacağız duraktan. Gülümsüyor dudak ucuyla. Nerde kaldı bu otobüs, iki saatte gelmez mi kırk dakikalık yolu. Pazarcık – Adıyaman en fazla iki saat, saat olmuş onbir. İnip yollanıyorum kızımın ineceği durağa doğru. Topuklarımı sürte sürte gidiyorum, taşımıyor bacaklarım beni. Park Hospıtıl Hastahanesi karşısında kızım, iki eli iki valiz de durakta. Duygu seli olup akmakta gözyaşlarım, belli etmemeye çalışıyorum. Ürpertiler içinde kalbim, inip kalkmakta. Sakin olma çağrılarıma kulak vermiyor. Bir insan iki duyğuyu bir arada nasıl yaşarmış çok ilginç. Hüznümden çökmüş omuzlarım, lakin sevinçten de kıpır kıpır yüreğim. Kızım karşımda işte, yaşamaktayızve açmışız kollarımızı. Hüznün göbeğinde hazzını tatmaktayız sevincin. Sımsıkı sarılıyoruz, adımlarım yetiştiğinde. Böylesi sarılmayı doğduğu gün yapmıştık kızımla, 23 yıl kadar olmuş. Ah, ne kadar da severmişim ben bu veledi, arada öfkelendirir beni oysa. Kokluyorum doyasıya, çakal diyorum korktun mu? Ne habersin, armut diyorum. Dolu dolu olmuş gözlerimiz. Bakışıyoruz karışık duyğu yoğunluğuyla, gözlerimiz muhabbet de. Sözcükler kenera çekiliyor. Hadi diyorum, Zelal arabada yalnız, sıkkındır canı.
Varıyoruz arabaya, anne de geliyor az sonra. Kenetleniyoruz hepten, sevinç mi hüzün mü örgüsü bilmem. Gözyaşlarımız karışmakta inerken. Oh diyoruz, hayattayız, yaşamaktayız işte. Vah diyoruz, umut yok canlardan. Geçiyor bir on dakika, enkaza yöneliyoruz. Fotoğraf daha net görünmekte şimdi, gün tamıyla ağarmış. Bu nasıl bir depremmiş tanrım, hurdalığa dönmüş Alitaşı mahallesi. Yarısı yerle bir olmuş, ayaktakiler tam kepaze durumda. Sallasan gitti gidecek. Zor buluyoruz, yıkıntıdan uzak park edecek bir yeri. (sürecek)
Kaynak: Remzi Bilget’in Facebook sayfasından alınmıştır.