Perşembe , 28 Mart 2024
Home / anasayfa / NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-5- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-5- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN

Ölüyoruz Birer Birer!..

Sabah olmuş sofranın başına toplanmışız, kahvaltı yapmaktayız. Kocaman sayılacak kerpiç evimizin ön tarafında ki odadayız. Babam bu gün ikinci anamı boşlamış, bizim sofrada. Kendi imalatımız bal ve tereyağında yumurtayla takviye edilmiş kahvaltımızı yapmaktayız. Penceremizden görülmekte Yamaç ve koca Körkün Dağı’nın heybetli duruşu. Kar beyazı olmuş, gelinlik giymişler dersiniz, muhteşem bir manzara. Şubat sonlarındayız. Güneş vurmuş kar’a şavkıyor, ışık cümbüşü ortalık, ışıl ışıl. ‘Bu gün tam tavşan avlama günü. Metreye yakın karla kaplı her yan. Güneşte vurmuş, yüzey yumuşamıştır. Kaçamaz, batar tavşanı, kekliği. Senle bi ava çıkalım’ diyor, babam. Anam bir ters bakış yapıyor ama ben kabul edercesine başımı sallıyorum. Avcılık ruhu yok bende aslında, anlamam da. Babamla ava çıkacağız, bana uyan bu. Benimle birşeyler paylaşmak istiyor, kırmak olmaz. Adet olmuştur bizde, sabah kalkılır yedi çörtenli Isıtma Pınarı’mızda el yüz yıkanır, hemen yanıbaşında ki kahveye adım atılır. Mahmut Özel demlemiştir sabah çayını, her gün olduğu gibi. Muhteşem demler çayı, doyumsuzdur. İki bardaktan aşağısı kurtarmaz, itirazsız içersiniz, öylesine güzeldir. Kahvede, çay sohbetinde almışlar kararı bizimkiler, ‘ava çıkalım bu gün’ diye. Yani babamla ben değiliz sadece, beş on kişi koyulmuşuz av yollarına. Köyden çıkarken karşılaşıyoruz, kocaman bir kaya inmiş yola. Var bir münibüs büyüklüğünde. Etrafından dolanarak geçiyoruz, ta bin metre yukarıdan kopup gelmiş. Köyümüzün kuzey tarafı sarp kayalıklarla örülü. Bakıyoruz dağılmış, akmış kayalıklar. İlerlerken görüyoruz Karabayır’ı, orta yerinden ikiye ayrılmış, kocaman ve gerçekten kara bir dağ. Şaşkınız. Sarı Mağaranın alt tarafından gitmekteyiz, paramparça sıralı kayalar. Kızılkaya başında duruyoruz, merkezi bir nokta burası. İzlenebiliyor buradan, ta Adıyamana kadar. Kızılkaya bölünüp inmiş aşağılara. Çocukluğumda heyelanla akmıştı burası, köyden duyuluyordu kütürdemeleri. Yine göçmüş burası diyoruz. Adıyamana yakın uzanan Çekirge Dağı ( biz Çetirge Dağı deriz ) benzemiyor eski haline. Birisi usturasını kapmışta şerrah şerrah eylemiş tepeden alt tarafda ki Göksu’ya kadar. Meşelikler yok olmuş, kelleşmiş tümden. Sonradan ögreniyorum, Tut karşısından başlamış Yukarı Çöplü’ ye doğru testere biçer gibi yarılıvermiş kocaman dağ. Avlandık mı avlanmadık mı pek anlamış değilim… Körüsten köyünün alt taraflarında yürümekteyiz, kıtır kıtır ses çıkaran kar üzerinde. Göksu çayını ölçüyoruz sanki güneyden kuzeye. Bir gariptir buralarda Göksu. Derin bir vadiden akar. Gök yüzü ulaşılmazdır. Bir yılan misali, kıvrım kıvrım akıverir, hırçınlığının olancasıyla. Vijne Köprüsü heybetiyle durmuyor yerinde. İki yaka da yığıntı gibi durmakta ayakları. Yüz yılların köprüsü, ayakları üzerinden biçilmiş gibi, çok üzülüyorum. Ne kervanlar, ne insanlar gelip geçmiş üzerinden. Bakımsızdı zaten, önem verilmez bizde tarihi miraslara. 80’li yıllarda çokca geçmiştik üzerinden, firar zamanlarıydı. Ben ve abim Kemal, sene de bir geçiş yapardık üzerinden, en azından. Bir keresinde köyde iken askerler baskın yapmış ve bizimkisi fırlayıp çıkmış dışarı. Yağmurlu ve kör karanlık bir gecenin tam ortasında, revan olmuş yola. Donma tehlikesi geçirmek üzereyken geçmiş Vijne’yi. Derin Göksu vadisinde kimsecikler görmez demiş. Son kibriti ile yakmış ateşini, ısınmış ve güç toplamış. O zamandan sonra aylarca sönmemiş Vijne başındaki ateş. Bizim o güzergahı kullandığımızı düşünerek, nöbete durmuş askerler. Yani, gece karanlıklarında sevmiştik bir birimizi. En zor, en çetin ve ama en emniyetli güzergahımızdı bizim. Karanlık Dere Akcabel hattımızın tam orta yerinde Göksu Çayının altın bileziğiydi o, gitmiş…
Ayaklarımızda yün çorap, çekmişiz çizmelerimizi, atkımız, beremiz tastamam. Donuyoruz tarifsiz. Yapayalnız buluyorum kendimi nedensiz. Az önce kafileydik ve kamalak avında koşturuyorduk, tavşan peşindeydik. Köyümüzün kuzeyince uzanan Sakar Dağı eteğinde tırmanmaktayım, Kalemkaş Köyüne doğru. Yanımda da iki asker var şimdi… Gölbaşı’nda bir yerlere bombalı pankart mı asılmış ne, onlarda bilmiyor. Dikine çıkmaktayız, üst kısmı gevşemiş karda. Bata çıka ilerliyoruz tık nefes. Soluklanırken Bulgurcu Gediği civarında, süzmekteyim Sakar Dağı’nı. Yanaktan akan gözyaşı gibi damla damla akmış koca Sakar. Gün akşama varmakta ve ben günboyu kar içindeyim. Üşüyorum zangır zangır. İsyan ediyorum, Gölbaşı… bomba, pankart… Ne beyinsiz bir akıl, metreden fazla yığılmış kar… Nasıl varam Gölbaşına?.. Komedi işte. Mantığa vursan çatlar… Bak kesildi nefesimiz. Üstüne üstlük donmaktayız kar soğuğunda. Karar veriyor, gönderiyorum jandarmaları, nasıl oluyorsa. Gitmiyorum ben. Oysa, iyi hatırlıyorum, Kalemkaşa varmıştık. İnerken köyün içinden kayıverip düşmüştü askerin biri. Kırılmıştı tüfeğinin dipciği. Çok ağlamıştı zavallım, ‘bu zimmetli üstüme, basarlar bana cezayı’, diye. Harmanlı karakol komutanına az dil dökmemiştim, suçu yok çocuğun diye. Buz demiştim… bu soğukta, buz da koyverirsen yollara askerini, kayıp düşer, kazadır bu demiştim. ‘Bilirim doğru konuşur bu devrimciler’ diyerek tatlıya bağlayacağını dillendirmişti. Dönüşe geçiyorum gerisin geri, sonuçta. Anam yakmıştır sobayı, kedi de yok bizde. Varıp kıvrılmam lazım soba kenarına, boştur orası.
Kızım arka koltuktan seslenmekte, ‘baba donduk ya’, diyerek. Titremelerle uyanıyorum, donmuşuz hakikaten, diyorum. Çeviriyorum kontağı. Dişlerimiz trampet çalıyor. Etrafıma bakıyorum. Kar yok dışarıda. Sene 1980’nin Şubat’ı da değil eminim. Tavşan peşinde de değiliz, köyümün dağlarında. Nadiren çalan telefon görüşmelerimizden kalan bilgileri resmeylemişim anlaşılan.
Yakıtımız bitmesin diye arada bir kapatıyorum kontağı. Gördük, açık bir istasyon yok Adıyaman da. Mecburen aç kapa yapmaktayız kontağı. Battaniyeler deva olmuyor, buz tutmuş arabanın camları. Evimizin önüne çekiyoruz geceleri, burası daha sakin. Zelişim daha az huzursuz oluyor burda. Aç kapa ile ediyoruz sabahı. Güneşle başlıyor sabah. Burda yapalım kahvaltımızı diyoruz. Kapı arkasına stoklamışız yiyecekleri, ta dünden. Semaverimizde orada. Güneş ısıtıyor otalığı, biz doyasıya yapıyoruz kahvaltımızı. Bir kamyonet duruyor kapımızda, Ergani’den gelmişler. Tüp bile getirmişler. ‘Abi ben borçluyum buraya’ diyor birisi. Üniversiteyi burada okumuş. ‘Ne bulduysak alıp geldik, ihtiyacınız vardır’ diyor. Ağrı kesici gibi geliyor bu gençler bize. Çocuklar kadar şeniz.
Evimizin altında ki bakkalın rafları boşalmış tümden. Arıyoruz bakkal Yusuf’u, ‘gel bak TV’ ni bile götürmeye kalkmışlar, komşular engel olmuş,’ diyorız. Yakın akrabaları enkazda… ‘Abi 23 canımız var, kurtaramadık, bari bir mezarları olsun, alıverelim’ diyor. ‘120 kişi gitti yakın çevremden’ diyor daha sonra ki günlerde. Bir üst sokağa uğruyoruz yine, Lekesiz’ler de yok bir gelişme. Bir kişi görüp soruyorum, ‘hadi devlet yok, kalmış o da enkaz altında. Koca bina da oturanların yok mu bir yakını? Kafa sallamakla yetiniyor, adam. ‘Hiç kimse çıkamadı’ diyor birde.
Varıyoruz kendi enkazımıza. Çalışma başlamış. Kümeleniyoruz üçer, beşer. Umutlar tümden tükenmiş, ‘ne yapacağız, naaşlarımızı nerede yıkatacağız, namazını kim kılacak, tesbiti kim yapar, bir savcı nereden bulacağız?’ Cevap arıyoruz… Tartışma büyük, bulamıyoruz mantıklı bir cevap. ‘Mezarlıkta var cami, orada yetkili biri bulunur, tersi mümkün değil. İşlemleri yapar, defin ederiz’ diyoruz. Öğreniyoruz sonradan, cami yıkılmış bir allahın kulu yok yetkiliyim diyen. Savcısı, imamı ve bilimum devlet erkanı da gömülmüş enkaza.
Bir kepce buluyoruz, tanıdık, mezar yerlerini hazırlaması için gönderiyoruz. Başlar yerde, ellerimizi kavuşturmuşuz önde, çaresiz izlemekteyiz enkazı. Etrafta aşina olduğumuz sesler yankılanıyor arada… ‘Ses var’, ‘aracı yarım saatliğine bize verin’, diyenler var. ‘Beş dakika bizim enkaza gelebilirmisiniz’ diye madenci arkadaşları çağırmakta bazıları. ‘Araçlar stop edin bir dakika’ çığlığı yükselmekte ara da. Battaniyelerle taşınmakta, diri ya da ölen biri.
Kepçe bir beton bloğu kaldırıyor usuldan. Yatağı görüyoruz ucundan. Madenci pür dikkat, talimatlar yağdırmakta. Aralanıyor yavaşca, kalkıyor beton. Ağzı üstüne yatmakta Eda’mız. O kadar temiz, o kadar masumca… Elleri başının altında. Lise öğrencisi, hayatının baharında. Bir ağaç dalı kadar narin, bir sümbül çiçeği kadar güzel. Gülüşü bahar kadar ışıl ışıl kız, hayellerin de kaldı moloz derinliklerinde. Okullar okuyacaktın, azimliydin fazlasıyla. Alıp bir battaniye arasına, babasının yanıbaşına indiriyoruz. Düğüm düğüm gırtlağım, dolu gözlerim boşalıyor hükmedemiyorum. Hıçkırıklar karışıyor bir birine. Kıyamet kopmakta Bozbey de. Alev alev yanan odunun sıcaklığı kadar yakıcı, dağlanmakta yürekler. Duymaz oluyor kulaklarım, feryat selinde. Dayanılmaz oluyor kadın ağıtları, kaçıyorum Mimar Sinan Parkına doğru, içim kaldırmıyor. Bir beş dakika turluyorum, her yan figan da. Kaçmam anlamsız, dönüyorum. Karar kılıyoruz, beklemek anlamsız… Bir pikapla yolcu ediyoruz baba ile kızını. Sen de gel diyor birisi, hayır diyorum. Ben toprağın koynuna bırakamam, dayanamam buna, diyorum içimden.
Üçüncü günde gelen giden çoğalmakta. Münibüs, kamyonet, otomobile atlayan gelmiş. Bisküvi, topkek, gofret ve meyvesuyu ana menü. Arada toplama elbise getirenler bile var, hepsi de Fırat’ın doğu yakasından. Tecrübeliler sanırım, daha duyarlılar belki de. Hala bir organize yok, olması gerekenlerde. Avare avare gezmekte sırtlarında AFAD, KIZILAY yazanlar. Bunlar, ya eğitimsizler ya da üzerlerine gidirmişler ablemli giysileri de, salmışlar ortaya… Hani görüntü niyetine. Turistik geziye çıkmışda arşınlamaktalar sokakları.The Walking Dead dizisi var. Salgın hastalık var ve tüm insanlara bulaşmış. Kişi öldüğünde kısa sürede dönüşmekte. Zombileşmekte yani. Beyni parçalanmadan yok edilemiyor. Nerde canlı yaratık buluyorsa yiyor. Başı boş gezmekteler her yer de. Yalpalayarak ve dengesizce dolaşmaktalar. Tam bir ördek, kaz gezmesi… aylak diye tabir edilmekteler. İşte bizim kurtarıcılar bu misal… hiç bir kurtarma malzemesi yok ellerinde. Tek tük kazma, çekiç elinde gezinen de var. Lakin, orta da dolaşmaktalar aylaklar gibi. Valilik önünde bir kaç rütbeli dışında bir asker yok görünen. Çok ilgiç ve tuhaf değilmi, diye sormaktayım. Üçlü dörtlü genç guruplar turluyor sokakları, yardıma gelmişler ve belli, üniversite öğrencileri bunlar. Sırt çantalarıyla dolaşmaktalar.
Vakit akşama dönmekte. İki cana ulaşabilmişiz ancak. Akla hayale gelmeyecek kişiler merakla aramakta, her yerden. Uzak diyarlardan yardıma gelmek isteyenlerle irtibatlandırmak için arayan da var… Çoğunu göremedik hiç. İletişim kuramadılar, belli. Tufanımızın heybeti üçüncü gün de anlaşıldı sanırım. Telefon, mesaj trafiğinden belli. Arada bizde konuşur olduk, değerlendirmeler yapmaktayız. Deli sorulara cevap aramaktayız. Vahametin büyüklüğü nasıl görülmez? Kurtarma çalışması niye yok? Bu insanlar eli boş nasıl gönderilir? Örganize bir kıpırtı neden olmaz. Acep yerelden yanlış bilgilendirme mi var. Tüm soruların cevabı bir tane. Uzun uzun neden aramak gereksiz. İnternet çağındayız. Goole baba var. İndiriyorsun görüntülü aramayı, memleketin her sokağı ve evi karşında. Ne durumda, nicedir hali, görüyorsun. Yıkıntıyı da, ayakta duran bir gül dalını da izleyebiliyorsunuz. İsteyen her kurum ve birey yapmak istiyorsa her şeyiyle seferber olabilir anında. AFAD’ da Kızılay ve bilumum devlet aygıtı da tez elden harakete geçebilir. Olmuyorsa bu, vatandaş olarak ölüme terk edildiğimizin ilamıdır, nokta diyoruz. Boşuna aramaktayız katilimizi. Katil enkazda, olay mahalinde diyoruz. Daha bir haraketlenip, ‘çare bizde’ diyoruz. Hassas noktalarda çalışmakta kepçe. Bulunuyor yatak odası nihayet. Kuzgun gibi germiş kollarını Ebru. Atmış kendini Ada ve Alicem’in üzerine, kapaklanmış. Ada kesin uyamıştır, Alicemi bilemem. ‘Korkmayın’ demiştir çocuklara Ebru, en çok o atmıştır çığlığı ama, duyamadık biz. Paramparça olmuştur yüreği, koruyabilirmiyim diye yorgan misali, kapatmış üzerlerini. Oy ben ölem!.. Acıların en katmerlisi değilmidir evlat acısı? Ötesi var mı? Kor ateşin yürekte yanışının tarifi var mı? Kördüğümlerle bağlandı yüreğin de, kesiliverdi mi nefesin? Çığlığın yırtardı oysa, ayağa kalkardı Adıyaman. Bir yatakta üç can… Ne yara var ne de kan. Yok uyumakta bunlar. Öylesine saf, öylesine duru, tertemiz… Preslenmiş canlarımız beton bloklarıyla. Ben ölem oy…
Ebru’yu alıyoruz üsten, çocukları indirmeye çıkamıyorum. Tutmuyor bacaklarım. Hemen diyoruz, bekletmeden götürelim ebedi mekanlarına. Kızıl kıyamet ortalık, mahşer yeri burası. Başka candan olmayalım, kaldırmaz yürekler. Yan yana uzatıp, yürü diyoruz kaptana. Bir birimizi duyamıyoruz aslın da, uğurluyoruz… Güle güle demiyoruz, elveda da demiyoruz… bakıyoruz kaybolan arabanın ardından… öylesine boş, öylesine umarsız… Acı nedir, hüzün nedir, keder nedir… içimiz sağılıyor, bomboşuz işte. (Sürecek)

Kaynak: Remzi Bilget’in Facebook sayfasından alınmıştır.

Diğer Başlıklar

30.YILINDA MADIMAK KATLİAMININ UNUTMADIK! XETA SOR

Yılında Madımak Katliamını Unutmadık! 2 Temmuz 1993, TC devletinin katliamlar serisine bir yenisinin eklendiği, kara …

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-6- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN Bitmiyor Ölümlerimiz! Ağlamak nedir, gözyaşı ne ola? Ya da kuruması …

FIRSAT KARGALARI! Samet ERDOĞDU

FIRSAT KARGALARI 10 sene önce politik meteorolojide benim hava tahmini göstergem Öcalan idi. Ona bakarak …

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-4- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN Ölüyoruz Birer Birer…! Sabah olmuyor. Dönüyor, kıvranıyoruz fırıldak misali. Geceyi …