Cumartesi , 20 Nisan 2024
Home / Güncel / ŞAKRAN TEPESİNDEN ELAZIĞ ASKERİ CEZAEVİNDEKİ İSYANA 70 GÜN – 1-SAMET ERDOĞDU

ŞAKRAN TEPESİNDEN ELAZIĞ ASKERİ CEZAEVİNDEKİ İSYANA 70 GÜN – 1-SAMET ERDOĞDU

YAKALANMA

1 Kasım 1981. Sıkıyönetim Askeri Cezaevine geleli bir hafta oldu. Ağustosun 23’ünde yakalandığıma göre;tutsak düşeli iki aydan fazla zaman geçmiş demek. Yakalandığım günü çok iyi hatırlıyorum.

Kiliseköy’de ”Küçük Adam”ın evindeydik. Yamaçta kurulu köyün en arkasında, tepede, tek bir ev. Aşağıda Malatya’dan Antep, Adana istikametlerine giden şehirlerarası asfalt yol ve Karapınar (Balıyan) ovası. Asfalttan ayrılıp yukarı tırmanan köy yolunu gözetleme avantajımız var ve herhangi bir baskında, geceleyin rahatça sıvışmamız mümkün. Ama gündüz savuşmak biraz daha zor.

Harman zamanı. Gece gündüz traktörler, patoslar çalışıyor. Havada saman kokusu.İki gün önce geldik buraya ve soluk almadan işe giriştik. Parti yayınlarını basıyoruz: Birlik Yolu, Komunist. Merkez Komitesinin gönderdiği laklı ipek bezler üzerine serigrafi tekniğiyle basılmış sayfalardan teksir kağıtlarına baskı yapıyoruz. Teksir makinamız yok. Kendi yaptığımız sağlam bir çerçeveye ipek bir bez geçirip, gergince sabitleştiriyor, beze biraz matbaa boyası yedirip iç kısımdan laklı sayfaları yapıştırıyor ve bunu, köylerde ekmek pişirirken hamur açmada kullanılan ekmek tahtasının üzerindeki kağıt destesi üstüne yerleştirip üzerinde bir hamur merdanesini yuvarlayarak baskı yapıyoruz. Biraz zaman alıcı bir işlem; ama işimizi görüyor.

İki gün iki gece durup dinlenmeden çalıştık. Ama baskı işlemi bitti. Bölgeye yetecek kadar yayın bastık. Bunu küçük bir Adidas çantasına dolduruyor, baskı malzemelerimizi götürüp zulamıza saklıyoruz. Gece yarısını geçti. İlk nöbeti ev sahibimiz tutacak. Uyumaya gitmeden önce son bir kez yolu gözetliyoruz. Dürbünümüz gece dürbünü değilse de asfaltta gelip geçen arabaların ışıklarından cemseleri tahmin etmemizi sağlayabilir.

Bir ara bir takım araçlar asfalttan köye sapan yolun yanına gelip duruyorlar. Işıkları söndürüyorlar. Aramızda 5 kilometrelik bir yol var. Bir süre bekliyoruz. Hiç bir hareketlilik görülmüyor. Ev sahibi nöbetçi arkadaş siz gidin yatın, bir aksilik olursa uyandırırım diyor. Nöbete duruyor ama uykusu gelince ikimizden birimizi kaldıracağına kendi karısını nöbete kaldırıyor; o da biraz bekleyip, kimseyi uyandırmadan uyumaya gidiyor. Kadın biz sabah baskın yiyince bunları anlatıyor.

Ev tipik toprak dam. Ön cephede çift kanatlı geniş bir kapısı var. Kapıdan girince büyücek bir salona geçiliyor. Salonun sonunda, kapıya bakan, büyük bacalı bir ocak bulunuyor. Büyük kazanlarda su kaynatmak, ekmek pişirmek ve ısınmak gibi değişik maksatlarla kullanılıyor. Solda, giriş kapısının hemen yanında ahıra açılan bir kapı var. Eski köy evlerinin çoğu bu planda. Hayvanlar da ev halkı gibi aynı ana kapıdan içeriye giriyor; sonra kendi bölümlerine geçiyorlar. Sağ tarafta  biri giriş kapısına, diğeri ocağa yakın iki kapı var. Birincisi barınma odası, arkadaki ev damı, yani bir çeşit kiler. Ailenin uyuması için gece ön odaya serilen yataklar gündüzleri toplanıp ev damına konuyor; ayrıca ailenin kap kacağı, zahiresi, çeşitli gıda maddeleri de burda, ev damında bulunuyor. Yemekler, eğer salondaki ocakta pişirilmiyorsa, ev damında pişiriliyor. Ev sahiplerimiz çocuklarıyla birlikte ön odada yatıyorlar. Bize arkadaki ev damında yatak seriliyor. Biz ayakkabılarımızı çıkarmadan, ayaklarımızı yatağın dışında bırakarak elbiselerimizle yatıyoruz. Yatar yatmaz da derin bir uykuya dalıyoruz.

Sabah erkenden ev sahibi kadın bizi telaşla uyandırıyor. Kadın panik içinde. Askerlerin köyü sardığını, tüm erkekleri meydana topladıklarını, kocasını da götürdüklerini, bizim yattığımız yere girmediklerini söylüyor ve derhal evi terketmemizi istiyor.

Ev damının yan dış duvarının tavana yakın yerinde bir çocuğun geçebileceği küçük bir pencere var. Yüklüğe tırmanıp dışarı bakıyor Hasan. Askerler bu tarafı sarmış. Evin arka tarafının ne durumda olduğunu bilmiyoruz. Elimizdeki üye raporlarını, örgütsel belgeleri, notları ocağın ateşine atarken bir yandan da dış kapının öteki kanadını da açmasını söylüyoruz kadına. Böylelikle köy meydanındaki askerleri ve topladıkları köy erkeklerini görebiliyoruz. Kapıdan çıkamayız. Bizi görürler. Tek seçeneğimiz ahırın küçük penceresi. Ben rahatlıkla geçebilirim; Hasan biraz daha iri ama o da geçebilir. Kadını dışarı gönderip o tarafı ve evin arka taraflarını kontrol etmesini söylüyoruz. Bakıp geliyor; boş olduğunu söylüyor. Bu iyi, çıkabiliriz demek. Böylece buradaki delikten çıkmaya karar veriyoruz. Fişekliğimiz ve katlanıp, küçültülebilir silahımız Hasan’da. Bu silahı katlayıp bir torbaya koyuyoruz. Bastığımız dergileri Adidas çantasıyla ben alıyorum ve o delikten çıkıyoruz.

Evin ön cephesi köye, daha aşağılarda ise asfalta ve ovaya bakıyor. Doğumuz Cevizpınar (Kırlangıç) Köyü yönü. Bizim çıktığımız ahır deliği bu tarafta.  Henüz gören yok ama askerler her tarafı sarmaya başlarsa çembere düşeceğimiz ve görüleceğimiz açık. O yüzden vakit kaybetmeden burdan uzaklaşmalıyız. Az ilerde  üzüm bağları başlıyor. Yanımızdaki bağla bizim aramızda kaba yığma taşlardan yapılmış bir metre yüksekliğinde bir duvar bulunuyor. O duvarı aşıp, arkasına sinerek duvar boyunca ilerde gözümüze kestirdiğimiz dereye ulaşmayı hedefliyoruz. Bir aksilik olmadan oraya ulaşıyoruz ve önce ordaki bağlarda bir üzüm teveğinin altına, gece bastığımız yayınları saklıyoruz. Artık köyün dışındayız ama uzağında değil. Bulunduğumuz yerde askerler bizi göremiyor. Köyle aramızda tepe var. Biz deredeyiz ama bu dere dağ yamacı deresi; ovaya, aşağımızdaki yerlere gene hakimiz.  Aşağılarda işlerine giden yahut çoktan işe başlamış olan insanlar görünüyor.

Kiliseköy’den Cevizpınar’a (Kırlangıca) giden patika yola girdik. Halen deredeyiz; ya burda kalıp, olacakları bekleyeceğiz. Ya da yolumuza devam edip operasyon sahasının tamamen dışına çıkacağız. Kırlangıç yönüne devam etmeye karar veriyoruz. Önümüzde bir tepe ve bunun düzlüğü var. Eğer onu aşabilirsek tehlikeden tamamen uzaklaşmış olacağız.

Patika yoldan yamacı çıkıyoruz. Tepedeki düzlükte bir süre yürüyoruz. Artık askerlerle birbirimizi görebiliyoruz. Askerler önce aldırış etmiyorlar bize. Galiba işine giden köylü sandılar. Sonra ne olduysa birdenbire fikir değiştiriyor ve ”dur” ihtarı yapıyorlar. Duymazlıktan geliyor, yolumuza devam ediyoruz. Düzlüğü geçip tepeyi aşmamıza az kaldı.

Aldırış etmediğimizi görünce dur ihtarını ateş ederek tekralıyorlar. Hızlanıyoruz. Tekrar ateş ediyorlar ama bu kez durdurmaya değil vurmaya, birkaç elden birden ateş ediyorlar. Koşmaya başlıyoruz. Tepeyi aşıyor, Kırlangıç yönüne doğru kaçıyoruz. Artık peşimizdeler. Asker idmanlı ve dinç. Biz ise dökülüyoruz; adım atacak mecalimiz yok.

Kırlangıcı geçip Malatya istikametine doğru kaçmaya devam ediyoruz. Arazi engebeli ve aramızda henüz bir hayli mesafe olduğu için atışları isabetli olmasa da askerler arada bir ateş de ediyorlar.

Önümüze derin bir dere geliyor. Askerler peşimizde ama gözlerinden kaybolduk. İyice kesildiğimiz için biraz dinlenip ne yapacağımızı konuşuyoruz. Aşağıya, yani asfalt ve ovaya doğru gidemeyiz. Düz gitsek ya da yamaçtan dağa tırmansak bir süre sonra atış menziline girip vuruluruz. Bizde menzili 150 metrelik yarı otomatik bir tabanca dışında silah yok. Askerin silahı 1000 – 1500 metreye kurşun atıyor. Kısa menzili bir tüfekle uzak mesafede bir sürü askerle çatışmak imkansız. Bu durumda birimizin kalıp, diğerimizin kurtulması dışında seçeneğimiz yok. Hasan bana göre daha dinç ve kaçıp kurtulması mümkün. Ben ise tamamen bitkin durumdayım. Hasan’a ”silahı verip gitmesini” söylüyorum; o,  ”ben kalayım sen git” diyor. Bir süre ”sen mi, ben mi” diye tartışıyor; sonuçta benim kalmamda anlaşıyoruz; fişekliği ve silahı Hasan’dan alıyorum. Bu, yoldaşların 1 Mayıs öncesinde bize getirdiği bir silah. Hiç ateş edip denemedik. Hasan devam edip, tepeyi aşıyor.

Bulunduğum dere çatışmaya müsait değil. Etrafta taşlık, kayalık bir yer, ardına mevzilenilecek bir ağaç yok. Tepeye doğru tırmanmaya karar veriyorum. Tepede kayalıklara erişirsem, uzun bir müddet orda oyalarım onları. Çünkü uzaktan avlanmayacağım iyi bir mevzi bulursam, vurmak için askerin bana yaklaşma dışında seçeneği kalmaz; yaklaşırsa kısa menzilli tüfek bir avantaj haline gelebilir. Kayalıklara erişemezsem bile askerleri peşime takacağım için Hasan kaçıp kurtulabilir.

Yamacı tırmanırken sık sık uzanıp dinleniyorum. Askerler benim her uzanmamda kendilerini yere atıp ateşe başlıyorlar. Ama isabetsiz atışlar bunlar. Acemi atışları. Arada karşılıklı bağırıp, küfürleşiyoruz. Öyle öyle tepeye kadar tırmanıyorum. Kayalıklar sağ tarafımda, batıda kalıyor. Tepeye varınca önümden yaylım ateşiyle karşılaşıyorum. Demek ki bir grup da dağın arkasını dolanıp, tepeyi sarmış. Dorukta sabah güneşi gözümü aldığı için önümsıra ateş edenlerin nerde olduklarını göremiyorum. Kayalıklarla aramda kısa bir mesafe var. O tarafa doğru koşuyorum. Her taraftan ateş ediliyor. Bunların bir kısmı bana ama ben kendimi yere attıkça askerler farkında olmadan birbirlerine de sıkıyorlar. Bu şekilde kayalığa varıyorum.

Oraya ulaştığımda ardına saklanılacak bir kaya parçası ve içine girilecek bir kovuk, mağara arıyorum. Nafile. Blok halinde bir kayalık. Saklanacak , mevzilenilecek yeri yok, varsa da artık zamanım dar, çemberdeyim, her taraftan ateş ediliyor. Bulacağım ilk mevziye girmem lazım.

Derken dağın asfalta, Balyan ovasına bakan gölge tarafında kayalıkta bir yer buluyorum. Çok korunaklı değil ama hiç yoktan iyi. Hiç olmazsa açık hedef değilim. Birdenbire gözlerinden yitmem onları daha ihtiyatlı davranmaya itiyor. Bulunduğum yerden sessizce bekliyorum. Üst yanım kayalık, uçurum. Beni göremezler. Alt yanım da kayalığın devamı ve çetin. Ordan gelecekleri kontrol edebilirim. Sol yanımda büyükçe bir kaya var, o beni gözlerden saklıyor. Beni kayanın ardından çıkan görür ancak. En zayıf taraf sağ taraf; ben de oraya dikkat ediyorum. Çünkü o taraftan gelenler daha uzaktan beni farkedeceklerdir. Aşağıdan ve soldan gelenlerin taa yanıma kadar sokulmaları gerek. Bu, başımı uzatıp yerimi belli etmedikçe benim için bir avantaj; ama aynı zamanda dezavantaj; çünkü taa yanıma gelinceye kadar kimseyi göremem.

Çember gitgide daralıyor. Birbirlerine seslenmelerini duyuyorum. Birden sol tarafımda bir asker beliriyor. Tetiğe basmamla adamın bağırıp, kendini arkaya atması bir oluyor. Arka arkaya tetiğe basıyorum, nafile; çalışmıyor, ateş almıyor. Bu arada öbür askerler geliyor ve bulunduğum yeri kurşun yağmuruna tutuyorlar. Sinip kalıyorum. Ses seda çıkmayınca ateşi kesip teslim olmamı bağırıyorlar. Bir karar vermem lazım. Seslenip teslim olacağımı söylüyorum. Silahımı atıp elim başımın üzerinde ayağa kalkmamı söylüyor biri. Silahı bir kaç kez kayalara çarpıp uzağa fırlatıyorum, eller havada ayağa kalkıyorum. Beş altı kişi geliyor çabucak ve dipçiklemeye başlıyorlar. Yere düşüyorum. Birisi silahını kafama dayayıp tetiğe basıyor; hızla kafamı savuruyorum, kurşun başımı tam ortasından sıyırıp kayalara çarpıyor. Ateş edenin silahına sarılıp hem yönünü saptırıyor, hem de silahını kapmaya çalışıyorum. Kısa bir boğuşmadan sonra kıskıvrak yakalıyorlar. Öldürmeye sıkan asker öfkesini yenememiş, illa da vurmak istiyor. Öbürleri bırakmıyorlar. Birisi ”ne yapıyorsun lan az daha beni vuruyordun” diyor ona.

Askerin biri yapışıp ayakkabılarımı çıkarıyor; aşağılara doğru fırlatıyor. Ayakkabılar Mekap marka bez spor ayakkabı. Üstleri baskı işinden kalan mürekkep lekeleriyle dolu. Yani bir suç delilini farkında olmadan yok ediyorlar. Hemen üstbaşımı arıyorlar; nüfus cüzdanımı buluyorlar. Bunu benden alıyorlar, bir daha da iade etmiyorlar; ”karakolda kayboluyor” ve ondan sonra kendi adıma bir daha da nüfus cüzdanı alamıyorum. Yıllar sonra yurtdışına çıkarken kendi kimlik bilgilerimle kendime sahte bir kimlik yapacak ve ilk ayak bastığım ülkedeki görevlilere kimliğimi kanıtlayan belge olarak bunu sunacaktım.

Kafamdan kan sızıyor, yüzüm gözüm üstüm başım kızıl kana boyanıyor. Beni alıp dipçikleyerek ilerde bir yere götürüyorlar. Keskin taşlar, ayaklarımı yırtıyor, tabanlarıma dikenler batıyor. Orda öteden gelen arkadaşlarıyla buluşuyorlar. Biraz daha gidiyoruz. Üç asker daha geliyor. ”Öbür şahsın peşine gittiklerini, ama adamın önlerinde birdenbire kaybolduğunu, muhtemelen bir sığınağa girdiğini, kendisini bulamadıklarını, çatışma sesini duyunca arkadaşlarına yardım etmek için geri döndüklerini” anlatıyorlar heyecanla. Ve hemen yeraltına giren kişinin sığınağını soruyorlar bana. Bu arada gelen giden dipçik ve tekme vurmaya devam ediyor.

Attığım yerde silahı bulamıyorlar bir süre. Nihayet biri bulup getiriyor. O arada yüzbaşı geliyor; silahı alıp bir süre inceliyor. Dipçiğiyle ağzıma vuruyor; ön üst dişlerimden iki tanesi darbenin etkisiyle yere dökülüyor; ikisi de kırılıyor ama tam kopmadan ağzımda sallanıyor. Bunları daha sonra hücreye attıkları zaman elimle koparıp atıyorum. Sonra silahın ağzını havaya doğrultup tetiğe basıyor, silah ateş almıyor. Mekanizmasını çekip kurşun yatağını kontrol ediyor ve merminin yatağa yerleşmediğini, araya sıkıştığını görüyor. Mermiyi çıkarıp yeni mermi sürüyor yatağa ve tekrar tetiğe basıp gökyüzüne yedi sekiz el ateş ediyor. İşte o zaman namluya kurşun sürerken mekanizmayı tam çekemediğimi, o yüzden merminin yatağa girmeden araya sıkıştığını anlıyorum.

Yüzbaşı ”neden teslim olduğu şimdi anlaşıldı” diyor. Telsizlerle haberleşip, ötekileri çağırıyorlar; dağdan aşağı iniyoruz. Arkamdan habire dipçikliyor, küfrediyorlar. Hınçla, zevkle, hırsla, iştahla gelen giden vuruyor. Bir yandan da heyecanla ”çatışma”yı anlatıyorlar birbirlerine. ”Duvar gibi düz kayaların üzerinden nasıl da cambaz gibi geçtiğimi, Filistin kamplarında komando eğitimi görmüş olabileceğimi, bana sıkılan kurşunların hızıma ve zikzaklarıma yetişemediğini” ballandıra ballandıra birbirlerine anlatıyorlar. ”Kulaklarının dibinde vızır vızır kurşunlar geçtiğini, çok iyi atış yaptığımı, istesem birçoğunu vuracağımı” da öğreniyorum konuşmalarından. Oysa tek mermi bile atamamıştım. Önce ihtiyaç duymamış, kısa menzilli silahımla boşa mermi yakmak istememiş, yaklaşmalarını beklemiştim. Ateş etme anı geldiğindeyse silah patlamamıştı. Ama onlar ateş ettiğimi sanıyorlar, ”Türk askerine nasıl kurşun sıkarsın ulan ” diye habire vurup duruyorlar; bazıları arada bir ”kaç ulan, koş haydi” diye kaçmaya teşvik ediyorlar. Kimbilir belki de ”kaçarken vuruldu” bahanesiyle vurmak istiyorlar.

Askerlerin tavrı karşısında diklenip, küfürlerine karşılık veriyorum. ”İstesem hepsini vurabileceğimi, ama vurmak istemediğimi, benim askerle bir alıp veremediğim olmadığını, sadece kendimi savunduğumu” söylüyorum. Bu arada bana sürekli bazı isimler soruyorlar. Bunlar tanımadığım isimler. Neden sorduklarına bir anlam veremiyorum. Konuşmalardan çok geniş bir alanda operasyon yapıldığını anlıyorum. Mamazar (Doğangeçit) Köyü’nde toplanmak üzere anlaşıyorlar aralarında. Benim yakalandığım tepe Kırlangıç Köyü’nün doğusunda Kalkık Burnu denilen ve Budalauşağı’na (Işıklı) dek uzayan bir dizi tepe üzerinde yer alan Şakran Tepesi. Şakran Tepesi’nden Kırlangıç Köyü’ne doğru gidiyoruz.

”Kiliseköy’e ne zaman geldiğimi, nerde kaldığımı, kaçan kişinin kim olduğunu ve nereye gittiğini” soruyorlar. ”Köye gece geldiğimi, bağlarda gecelediğimi, giden şahısla yolda karşılaştığımı, kendisini tanımadığımı, ben kaçınca onun da kaçtığını” söylüyorum. Bu arada baskının nasıl yapıldığını öğreniyorum: Meğer arabaları asfaltta bırakıp köye yayan çıkıyorlar; geceden köyü kuşatıp şafakla birlikte operasyonu başlatıyorlar. Bir tanesi ”Köye sessiz sedasız girmedik. Köpekler kıyamet kopardı, hiç mi duymadın birşey” diyor. Bizden nasıl şüphelendiklerini de anlatıyorlar. Normalde komutan bizi işine giden köylüler sanıyor. Ama dürbünle bakan çavuş ayağımızdaki beyaz spor ayakkabılarını görünce ”komutanım bunlar köylü değil, köylüler Mekap giymez, bunlar terörist” diyor; dürbünü alan komutan giyim kuşamımızın da köylülere benzemediğini söylüyor ve yakalama emri veriyor.

Anlatılanlardan ve sorulanlardan anlıyorum ki operasyon bizim için değil; TDYliler için yapılmış. Kürecik’teki Amerikan radar üssüne saldıran TDYlilerin peşine takılan asker TDY’nin ileri gelenlerinden (yanlış hatırlamıyorsam Haluk Gül adında) birini Elbistan’da yakalamış; bu kişi çözülmüş ve dağda gezen kaçak arkadaşları, cezaevi firarisi Recep Sarıaslan, Cuma Cihan ve grubunun bu dağlara geldiğini söylemiş. Bunun üzerine harekete geçirilen büyük bir askeri kuvvet Meletderesi (Geller, Koçderesi), Eskiköy, Zeydanlı (Oluklu), Budalauşağı (Işıklı), Mamazar (Doğangeçit), Kiliseköy (Onatlı) köylerine, Kurudağ’dan, Asıpınar Dağı, Karakuz, Metes Tepesi, Eğrideresi, Divandede Tepesi ve Kalkık Burnu mıntıkalarına kadar geniş bir alanda operasyon başlatmış ve biz de bu harekatın tam ortasına düşmüşüz. Bulunduğumuz evden çıkmasak, dam ardındaki bağda ya da daha sonra gittiğimiz deredeki bağlarda kalsak hiçbir şey olmuyormuş…

Kırlangıcın alt tarafında yanında bir çeşme akan, depo gibi bir binanın olduğu bir yere gidiyoruz. Askeri araçlar, cemseler , jeepler buraya gelmiş bizi bekliyor. Çeşmede yüzümün kanını yıkatıyorlar. Başımdaki yaranın kanaması durdu, kan pıhtılaştı.  İlerde Kiliseköy muhtarı, eski THKO’lu ve bizim eski il komitesi üyemiz ve Hamido sonrası Malatya belediye başkanı adayımız ”Bıyıklı yoldaş”la, Mustafa Akdeniz’le, gözgöze geliyoruz.

Mustafa Akdeniz 1960lı yıllarda Malatya Şeker ve Sümerbank (Mensucat) fabrikalarında işçi olarak çalışmış, sendika faaliyetleri ve TİP içinde yer almış, daha sonra THKO’nun Malatya’daki faaliyetlerine katılmış bir eski tüfek. 3. THKO davasında idamla yargılanmıştı. 1972 – 1975 arası cezaevinde kalmış, sorguda çok ağır işkencelere maruz kalmıştı. Çocukları, ailesi bir bütün olarak yoldaşımızdı. 12 Eylül Cuntasının hemen ardında gözaltına alınmıştı. Öğretmen okulunda dağıtılan bir bildiri nedeniyle kızları gözaltına alınmış, kendisi de yine sorguya tutulmuştu. Kiliseköy’ün muhtarıydı ve mimli kimliğinden dolayı her vesile ile içeri alınıp dayak ve işkenceden geçiriliyordu. Köylerde silah toplama operasyonlarında da baskı ve hakaretlere maruz kalmıştı. 1976 sonlarında tanışmış, uzun süre birlikte çalışmalar yapmıştık. Ama bir süredir kendisiyle ilişki kurmuyorduk; bu, hem kendisi, hem bizim için riskliydi. Köyüne ondan habersiz giriyorduk.

Gözgöze gelince içim cızz etti. Yine işkence yapacaklardı, sağlığı iyi değildi, yaşlıydı ve zaten artık herhangi bir örgütsel siyasi faaliyeti de yoktu. Benim yüzümden getirilmişti. Çünkü köyünün bağlarında görülmüştüm; belki de bana o yatakçılık yapmıştı. Askerler öyle diyorlardı zaten.

Mustafa Akdeniz’e beni ”tanıyıp tanımadığını” soruyorlar, ”tanımadığını” söylüyor. Bana soruyorlar ben de ”tanımıyorum”. Bizi hemen orada falakaya yatırıyorlar; birbirimizi tanımamakta ısrar ediyoruz.

İki bodur uzatmalı başçavuş geliyor. Biri şişman, ayı gibi, ağza alınmadık küfürler eden, küfürden başka kelime bildiği şüpheli bir cellat: Meşhur Gavur Ali. Gelir gelmez tekme tokat girişiyor, küfür ve hakaretler ediyorlar. Bu Gavur Ali’nin işkencecilikte oldukça namlı olduğunu cezaevine sevkedilince öğreniyorum. 2 Nolu Askeri Cezaevi İsyanı nedeniyle aldığımız cezaların infazı için Elazığ Sivil Cezaevine nakledildiğimizde bu şahıs yine karşıma çıkacaktı. Bu kez cezaevi güvenliğinden görevli olarak.

Sonra birini getiriyorlar yanıma. ”Haluk, tanıyormusun bunu?” diye soruyor Gavur Ali. ”Hayır” diyor beriki . Cevabın doğruluğundan emin, bir daha ısrar etmiyorlar. Sonra üçümüzü arabalara bindirip Mamazar Köyüne götürüyorlar. Harekatı yürüten öteki birliklerle orda buluşacaklar. Oraya vardığımızda asker ve jandarmanın kalabalığı karşısında hayrete düşüyorum. Köy adeta kışlaya dönmüş. Askeri cemseler, jeepler, komando, asker, jandarmalar, subaylar. Savaş sonrası içtiması gibi. Köylülere yemeklerini hazırlatıyorlar. Köylüler saygılı, itaatkar ve korkuyla her söyleneni anında yerine getiriyor, servis yapıyor, hizmet ediyorlar. Yemekler, çaylar geliyor. Öbür iki mahkuma, Mustafa Akdeniz ve Haluk’a da yeme izni veriyorlar; ama ”Türk askerine kurşun sıktığım” için bana yasak. Daha sonra muhtar komutanın birine rica ediyor; ”mahkum da olsa, köylerinde konuk sayılacağımı, yemeklerinden ikram etmezlerse vicdanlarının huzursuz olacağını” söylüyor ve bana da yemek verme izni koparıyor. Benim kelepçelerimi çözmek yasaklandığı için kendi eliyle yemek veriyor ve sallanan kırık dişler yüzünden yiyemediğimi görünce yoğurda ekmek doğrayıp bunu yediriyor. Bu arada yüksek sesle aleyhimde atıp tutarken, fısıltıyla özür diliyor, bu sözlere ”aldırmamamı” söylüyor, ”kim ve nereli olduğumu” soruyor. Kürecikli olduğumu öğrenince askerlere sezdirmeden daha çok ilgi gösteriyor, çay ikram ediyor. Bir dut ağacının gölgesinde yüksek sesle bana kızan, fısıltıyla moral veren muhtarın ikram ettiği bu yemekten sonra bir hafta boyunca bana bir lokma yemek verilmeyecekti.

Böylelikle bir kışla dolusu askerin karnını köylülere doyurttuktan sonra hareket saatı geliyor. Köylülere gözdağı vermek ve ibret almalarını sağlamak için olsa gerek beni kelepçeli ellerimden bir urganla jeepin arkasına bağlıyorlar ve köylülerin gözü önünde sürükleyerek götürüyorlar. Görüş alanı dışına çıktığımızda jeepe alıyorlar. Önce Yeşilyurt jandarma karakoluna götürüyorlar. Yolda sorgu sırasında takınacağım tavrı planlıyorum. Temel hedefim ne pahasına olursa olsun kimseyi ele vermemek, bilgi vermemek.

Kaynak: Samet Erdoğdu’nun Facebook sayfasından alınmıştır.

Diğer Başlıklar

SEҪİMLER VE GERҪEKLER! HAMİT BALDEMİR

SEҪİMLER VE GERҪEKLER! Gerek ulusal mücadelede ve gerekse sosyal mücadelede devrimciler legaliteyi her zaman olanaklar …

30.YILINDA MADIMAK KATLİAMININ UNUTMADIK! XETA SOR

Yılında Madımak Katliamını Unutmadık! 2 Temmuz 1993, TC devletinin katliamlar serisine bir yenisinin eklendiği, kara …

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-6- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN Bitmiyor Ölümlerimiz! Ağlamak nedir, gözyaşı ne ola? Ya da kuruması …

FIRSAT KARGALARI! Samet ERDOĞDU

FIRSAT KARGALARI 10 sene önce politik meteorolojide benim hava tahmini göstergem Öcalan idi. Ona bakarak …