Çarşamba , 24 Nisan 2024
Home / Güncel / UNUTULAN İDAM, UNUTULAN DEVRİMCİ: LEVON EKMEKÇİYAN -1 SAMET ERDOGDU

UNUTULAN İDAM, UNUTULAN DEVRİMCİ: LEVON EKMEKÇİYAN -1 SAMET ERDOGDU

UNUTULAN İDAM, UNUTULAN DEVRİMCİ: LEVON EKMEKÇİYAN –
LEVON EKMEKÇİYAN ”DEVRİM ŞEHİDİ” DEĞİL Mİ?

Sarkis Hatspanian’ın İnternet’te* UNUTULAN ADAM adam başlıklı yazısı daha Türk ayağı uğramamışken 3 bin yıllık Ermeni ve Kürt Yurdu olan; derken ”1000 Yıllık Türk Yurdu” diyerek asıl sahipleri inkar edilen ”toprakların en eski ve asıl yerlisi olan Ermeni insanının, her nedense komünizm aşkıyla yananlarca bile” nasıl aşağılandığını, görmezden gelindiğini çarpıcı bir şekilde yüzümüze vuruyor. Ermenistan’da bir cezaevinde siyasal tutuklu olan yazar “Dört nala gelip uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim” türü ırkçı-yalan söylemlerle ‘beslenerek’, ona, kan ve ateşle, zalimce soykırımlar uygulayarak, zorbalıkla sahip olmuş halkların bugünkü nesillerinin kendini “hak, hukuk, insanlık, adalet, barış, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, devrim, sosyalizm” vesaire yanlısıymış gibi gösteren … evlatlarınca bile “unutulması”na haklı olarak isyan ediyor. Bunu 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü tarafından yapılan idamları konu edinen bir kitapta cuntanın idam ettiği faşistler, adi suçlular dahil bütün infazlara değinilirken Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan adının hiç anılmaması, UNUTULMASI, görmezden gelinmesi örneğiyle teşhir ediyor.

Yazarın verdiği bilgiye göre Belge Yayınları Hayri Argav adında bir devrimcinin “O ŞAFAĞIN ATLILARI – 12 Eylül İdamları” başlıklı kitabını yayınlamış. Kitap, bizzat yazarının sözleriyle, ”12 Eylül faşizmi ve onun devamındaki süreçte gerçekleşen siyasi idamları anlatmakta”ymış. 443 sayfalık hacimli bir çalışmaymış. Yoğun emek ürünü, değerli bir çalışma olduğu muhakkak. Ama ”azıcık hamile” kadı kızının kusuru gibi, çok ”küçük” bir kusuru var: 12 Eylül döneminin en unutulmayacak, en bilinen idamlarından birini ”azıcık” unutmuş! Ne diyelim; o kadar kusur kadı kızında elbet bulunur! Değil mi yani?

Unutmak, burnunun önünü görmemek, duymamak, işitmemek, avaz avaz, çığlık çığlığa, haykıra haykıra kopan kıyamet içinde bile uyuyakalmak… Bütün bunlar insanlık halleri. Halleri de; alışkanlığa dönüşürse normal değil.

Fakat ne yazık ki hep böyle unutkan, sağır, kör veya uykudayız. Ucu bize dokunmamışsa hiçbir zulüm zulümden sayılmaz; bizim kendi eylemimiz değilse, hiçbir haklı eylem haklı olamaz; bizim davamız değilse, hiçbir dava ulvi kabul edilemez.

Sarkis yoldaş’ın Hayri yoldaşa eleştirisi kişisel değil. Nasıl ki ben ne Sarkis, ne de Hayri yoldaşı tanımıyor, siyasi geçmişlerini, şu anki politik tutumlarını bilmiyor; ama yine de gıyaplarında eğri ya da doğru konuşuyorsam; o da sözkonusu kitap yazarını kişisel olarak tanımıyor. Yani eleştirisi yazarın ”şahsiyetine” değil ”mantığına”; o mantığın belirlediği tutumunadır.

Kitabın tamamlanma tarihi Aralık 1994’müş. Sayın Hatspanian şöyle yazıyor:

İçimi cız ettiren bu ‘unutma’ beni mahpusane hücremden alıp taa 1978’li yıllara götürüp, epeyidir bünyesinde aktif çalışmalar yaparak bulunduğum sol örgüte üye oluşumda yaşadığım beklenmedik bir hayal kırıklığının kızgınlık-kırgınlık anlarını hemen aynı tazelikle, aynı acı ve kederi hatırlayıp hissederek, tekrardan yaşamama sebep oldu. Boğaz köprüsünün Ortaköy’deki ayaklarından birinin hemen altındaki çay bahçesinde, güzel bir bahar sabahının henüz sokaklarda inle-cinin top oynadığı pek erken saatinde sadece 3 kişinin katıldığı bu ‘gizli tören’ esnasında bana uygun görülmüş olan örgüt kod adının bir Türk adı olması konusunda bana görüşümü bile sorma ihtiyacının duyulmaması nedeniyle, yukarıdan aşağıya indirilen emrivaki karara “fakat ben bir Ermeniyim, niçin bir Türk adı taşımak zorunda olayım, siz neden Hagop yoldaş olmuyorsunuz ki” diye karşı gelerek isyan ettiğim o “hey gidi” gençlik yıllarının sırf şeklen yaygınlaştırılan içi kof “Bütün halklar kardeştir” söylem-sloganını da anımsamak zorunda kaldım. Reaksiyonum üzerine beni örgütlemekle görevli “Ahmet yoldaş”ın yüzünün coğrafyasının nasıl değiştiğini ve bir anda doğada bulunan tüm renklere nasıl girip-çıktığını görmeye nasip olduğum o günü hiç unutamadım. Hatta o gün vuku bulan bu olayın, oluşmakta olan kişiliğimin bence daha doğru inşaasında önemli bir köşe taşı değeri taşımaya dönüşmesiyle, yaşamımda önemli bir rol oynadığına memnun kaldığımı bile söyleyebilirim. >> (Altlarını ben çizdim. – s.e.)

Yazarın belirttiğine göre 2010 Ekim’inde Erivan’daki bir kitap fuarına katılan yayıncı Ragıp Zarakolu, Belge Yayınlarının yayınladığı çok sayıda kitap arasında H. Agrav’ın bu kitabını da hapisteki yazara ulaştırmıştır. Mahpushane hücresinden söz etmesi bu yüzden.

2010lu yılların başında Ermenistan’daki hapishane hücresinde dost bir yayıncının kendisine ulaştırdığı bu kitaplar yazar için sadece okuma ihtiyacını karşılaması bakımından değil; kişisel bakımdan da önem taşımaktadır. Yazar bunu şöyle idafe ediyor: ”Tüm kitaplar benim de bizzat yaşamış olduğum pek hareketli 1970’li yıllarla, 12 eylül 1980 sonrası dönemi anlatan yaşam ve anıları içeren nitelikte olup, bazılarında inançları uğruna düğüne gider gibi ölümü kucaklamış ve doğduğum şehirde şahsen tanımış olduğum Ali Aktaş, Veysel Güney gibi yiğit insanlarla yeniden buluşup, unutulmaz anıları önünde saygıyla eğilme olanağını da yarattılar”. Bu vesileyle hem R. Zarakolu’na, hem de okuduğu kitapların yazarlarına teşekkür eden Sarkis yoldaş; bir yandan da bir dönemin devrimcilerinin kuvvayı milliye mantığıyla sakatlanmış sosyalistliklerini kendine özgü diliyle sorgudan geçiriyor.

Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az. Kırılmış, yokedilmiş bir halkın acı haykırışıdır bu. ”Kardeş halkların” ”kardeş devrimcileri” 12 Eylül zılgıtının şiddetli darbeleri altında darmadağın olmuşken; soyu tükenmenin eşiğine getirilmiş ”kardeş halklardan biri”nin devrimcileri yurtdışındaki elçiliklere karşı yürütegeldikleri rizikosu nispeten daha az eylemler yerine; Ankara’nın göbeğinde son derece riskli bir eyleme girişiyorlar. Acaba neden? Deliler mi, çılgınlar mı, ahmaklar mı?

Bu, en azından bir ”kardeş dayanışması”dır; faşist cuntanın zulmü altında inleyen ”kardeş halklara” moral desteği;Türkiyeli devrimcilere destek, dayanışma, moral eylemidir. Bu eylemin Deniz Gezmişleri kurtarmak amacıyla Kürecikteki Amerikan radarını basmaya hazırlanan Sinan Cemgil gurubunun, Jandarma Genel Kumandanı Kemalettin Eken’i kaçırmaya yeltenen veya Bulgaristana uçak kaçıran THKOluların ve Kızıldere yiğitlerinin eyleminden tek farkı, ataları bu topraklardan sürüldükeri için gurbet ellerde doğup büyümelerine rağmen kendilerini iliklerine kadar bu topraklara ait hisseden Ermeni devrimcileri tarafından yapılmış olmasıdır.

O tarihte cuntanın başbakanına suikast yapmak, kendini halen muallakta hisseden K.Evren ve şürekası için büyük bir darbe olurdu. Öte yandan cuntanın darbeleri altında sersemleşmiş, demoralize olmuş devrimci hareketleri yeniden canlandırabilir, benzer cüretkar eylemlere teşvik edebilirdi. Hiçbir etkisi olmasa bile faşizmin zindanlarında ve özel işkencehanelerinde korkunç işkencelere karşı tarifsiz acılar altında direnen devrimcilerin direncine direnç katar, acılarına bir nebze merhem olurdu.

Eylemin planlandığı biçimde seyretmediği az çok o zaman da sezilebiliyordu; fakat bugün, Sarkis yoldaşın bu yazısında yaptığı açıklamalarla daha net anlaşılıyor. Yine de eylemin o tarihte zindanları tıklım tıklım dolduran devrimciler arasında heyecan yarattığı bir gerçektir. Hayal kırıklığı sonradan cuntanın ve onun kontrolündeki basının yoğun propagandalarıyla oluştu. Cunta, olayı planlanmış bir kitle katliamı gibi gösterdi; kendi güvenlik kuvvetlerinin kısmen panik, kısmen alışkanlık ve esas olarak en yüksek katların doğrudan emirleriyle eylemcileri etkisiz kılmak için yaptıkları bombalama ve taramalar neticesinde havaalanında çatışma çıkmıştı. Çatışmada öldüğü açıklanan insanların çoğunluğunun ”güvenlik kuvvetlerinden” olması , eğer bunlar birbirlerinin kurşunu ya da bombasıyla ölmemişlerse, eylemi yapan devrimcilerin çatışmada silahlı güçleri hedef aldığını gösteriyor. Öte yandan çok sayıda sivil yaralı olması devletin sivilleri korumak diye bir kaygı duymadığına delalet ediyor: Kalabalığa karışarak belki de atışlardan kaçınmak isteyen miltanların sivillerin arasına girmesi devleti fazla umursamamış görünüyor.

Sarkis Hatspanian’ın yazısında kadim Ermenistan topraklarına ” kan ve ateşle, zalimce soykırımlar uygulayarak, zorbalıkla sahip olmuş halkların bugünkü nesillerinin kendini “hak, hukuk, insanlık, adalet, barış, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, devrim, sosyalizm” vesaire yanlısıymış gibi gösteren … evlatlarına” yapılan bu eleştiri ve sitemin muhataplarından biri olarak yazarın söylediklerinde son derece haklı olduğunu belirteyim. Yazarın işaret ettiği ” kan ve ateşle, zalimce soykırımlar uygulayarak, zorbalıkla sahip olmuş halklar” Türk ve Kürt halklarıdır.

Halkların bu günahtan muaf olduğunu, tüm suçun esasen iktidardakilere ait olduğunu, Kürt veTürk halklarının soykırım suçuna topyekun katılmadığını, pek çok insanın, aşiretin, köyün riskleri göze alarak mağdurlara sahip çıktığını, hatta ”vicdan” sahibi kimi yetkililerin de bu insani davranışlarda bulunma cesareti gösterdiğini söyleyerek buna karşı çıkabilir; o yıllarda pekçok Kürt ve Türkün de aynı Osmanlı muktedirlerince tıpkı Ermeniler gibi katledilmiş olduğu gerçeğini bir maazeret gibi ileri sürebilirsiniz. Ama bu itirazlar kısmi bir geçerliliğe sahiptir. Sonuçta tam bir soykırıma uğratılarak öz yurtlarında hemen hemen kökleri kurutulan bir halk sözkonusudur. Bu suça bulaşmamış, hatta karşı çıkmış olanlar bu cinayeti önleyebilecek güce sahip olmayan; dolayısıyla egemen halk / ulus içinde aykırı bir cılız itirazı temsil eden, o nedenle de muktedir topluluğa zaten dahil bile sayılmayan kesimlerdir. Soykırım başat toplumların doğrudan katılımı ya da onayıyla olmuştur.

Baş sorumlu tabii ki Osmanlı / Türk militer, siyasal ve bürokratik aygıtı ve yerel eşraf, derebeyi, ağa gibi iktisadi güç ve egemenlik sahibi toplumsal sınıflardır. Fakat başlarındaki bu kokuşmuş tayfayı ayakta tutan halk kesimleri de masum değildir.

Konunun bu yönü üzerinde bu yazıda daha fazla durmayacağım. Sadece en başta Türk halkı, sonra Kürt ve öteki müslüman halkların vaktiyle yokettikleri bu ”kardeş halka” uyguladıkları katliamla, hiçbir özre sığınmadan, kaçamağa sapmadan, yalanla, bahanelerle olayı örtbas etmeye, saptrmaya çalışamadan yüzleşmek zorunda olduğunu belirteyim.

Devam edelim. Yazar, 12 Eylül faşizminin ”yasal” cinayetleriyle darağaçlarında can verenlerin arasında yer alan Ermeni devrimcinin adının devrimciyim diyenlerce bile anılmamasının, ”unutulmasının” normal görülemyeceğini belirttikten sonra şöyle devam ediyor:

(altını ben çizdim – s. e.)

Meselenin can alıcı noktası işte buradadır: Ahmet ya da Şoreş yoldaşlar, Krikor ya da Garbis yoldaşlarının mazlum halkının sorunları, özlemleri ve beklentilerini yok mu sayacak; usulen arada bir değinip, esasen hasıraltı mı edecek?

”Ermeni Sorunu”, yani nüfusunun neredeyse tümüne yakını imha edilmiş ya da zorla öz yurtlarından, anavatanlarından dışarıya sürülmüş bir halkın soykırımı sözkonusu olduğunda bu soykırımı utangaç bir kabülden öte gitmemek; bunu devrimciliğin, sosyalistliğin, hümanistliğin, gerçek yurtseverliğin en kilit sorunlarından biri haline getirmemek; kendi halkını bu konuda etraflı şekilde bilgilendirmemek; Ermeni ulusunun en doğal siyasi, toplumsal, kültürel, tarihsel haklarının kararlı savunucusu olmamak enternasyonalist komunistler için elbette normal değildir. Değildir ama pratikte olup biten de bu olmuştur.

TC devletinin sağ yada öldürerek ele geçirdiği devrimcileri, askere gidecek gençleri, stratejik işlere, görevlere alacağı kimseleri her şeyden önce çırılçıplak soyup anadan doğma halleriyle muayene ettiği bir sır değildir. Bunun esas sebebi bu kimselerin ”sünnetli”, yani müslüman olup olmadıklarını kontol etmektir. Çatışmada vurulan gerillalar arasında sık sık Ermeni tesbit edip, açıklama yapan askeri makamlar, bu türden haberleri canla başla yayan medya organları, gündelik yaşamın en umulmadık anlarında karşımıza çıkan ”gavur” umacılığı en değme devrimcilerimizin bile iliklerine işletilmiştir.

TC devleti, tüm beyinsizleştirme yöntemlerini, beyin yıkama araç ve yollarını kullanarak en başta Türk halkını, sonra da ısrarla Türkleştirmeye çalıştığı müslüman Anadolu halklarını akıl, mantık, izan ve sağduyularını kullanamayan sürüler haline getirmeye çalışmış ve bunda da uzun yıllar başarılı olmuştur. Öyle ki camide dinlediği vaaza, kışlada komutanın tahrikine, meydanda siyasetçinin nutkuna, radyo ve televizyonda spikerin sunduğu ”habere” sorgusuz sualsiz hemen inanan, galeyana gelip mahalle basan, 1978 Maraş katliamında olduğu gibi ana karnındaki bebeğe kadar katleden, Madımak olayında olduğu gibi onlarca insanı diri diri yakan gözü dönmüş güruhlar organize edip sokağa salmayı Naziler kadar başarıyla uygulamıştır. Bunun anlamı kitlelerin bilinç körelmesidir.

1915 – 1924 arası başta Ermeni halkının soykırımı olmak üzere bütün soykırımları inkar eden, bunları ”mukatele” olarak nitelendiren, Ziya Gökalp nam bir soykırımcının ifadesiyle ”onlar vurdu, biz de vurduk” şeklindeki küstahlık ve pişkinlikle gerçeği örtbas eden, Anadoluyu tamamen hrıstiyansızlaştırma ve burada yaşayan müslüman halkları zamanla türkleştirme amacı güden, sözde ”İstiklal Savaşı”nı 7 düvele karşı verilmiş anti emperyalist bir kurtuluş savaşı, Kilikya, Van ve öteki yerlerdeki Ermeni, Karadenizdeki Pontus, Koçgirideki Kürt, Egedeki Rum varolma ve savunma direnişlerini düşman kışkırtması, İngiliz oyunu, düşmanla işbirliği, vatana ihanet olarak lanse eden bir zihniyetin kuşaklar boyu eğittiği insanları sarsarak uyandıracak devrimci düşünceler de daha baştan bu bilinç körelmesiyle sakatlanmış, kötürümleşmiştir.

Türk komunizmi Kuvvayı Milliye Türk milliyetçiliğinin beşiğinde büyümüş, mektebinde tedrisat görmüş, meşrebinde terbiye edilmiştir. Kemalizmin bir versiyonudur. Padişahım çok yaşa yağcılığından, Yaşa Mustafa Kemal Paşa kulluğuna, ordan Yaşasın Marksizm Leninizm slogancılığına, ordan da Yaşasın Yüce Önderimiz putçuluğuna evrimleşmiş bir modernizm karikatürüdür.

Komunizmi böyle bir karikatürizmden kurtarmak gerekiyor. Türk ”aydınları”nın kendini devrimci ve komunist addedenleri, ancak bu kadarcık bir komunizmi becerebildiler. Elbette az şey değil; üstelik bu kadarcık komunizm için ağır bedeller ödediler. Ama Mustafa Kemal milliciliğinden, Misak ı Milli ruhundan, Kuvva yı Milliye ”anti emperyalizmi”nden kendilerini kurtaramadılar; kurtarma yetenekleri de yok gibi görünüyor.

Kendi ruhunu tarihin en kanlı kaatiller arşivine kaydolmuş İttihatçı paşaların esaretinden kurtaramayan Türk solu, Anadolunun diğer halklarının sol müdahalesine şiddetle muhtaçtır. Kürt, Ermeni, Rum, Laz, Arap, Çerkez solcuları ve Türk solunun geleneksel atmosferinden uzak kalan az sayıdaki Türk devrimcileri bu kesin ve kararlı müdahaleyi yapmakla yükümlüdürler. ”Halkların kardeşliği” rüyası ancak o zaman gerçek olacaktır.

1987 veya 88 yılıydı. Diyarbakırda bir grup üniversite öğrencisiyle bir öğrenci evinde yaklaşmakta olan 1 Mayıs üzerine konuşuyorduk. Arkadaşlardan biri İstanbul başta olmak üzere büyük ”Türk metropolleri”nde (!) hazırlıkların ne durumda olduğunu sordu. Gençler arasında sanayide çalışan çıraklar da vardı; bunlardan biri Diyarbakır ağzıyla ”Tırklar da mı 1 Mayıs kutluyor?” diye hayretle sordu. Başka biri ”Tabii, dedi, her ulustan devrimciler kutlar 1 Mayısı.” Çırak delikanlı tekrar ” Tırklarda da mı devrimci var?” diye sordu, üniversiteliler daha henüz çok genç olan delikanlının bu bilgisizliğine güldüler ve var olduğunu söylediler. Delikanlı ” Tırklar devrimi ne yapacak, onlar niye devrimci oluyor ki?” diye sordu. Aklı bir türlü yatmamıştı bu işe. Türklerin devrimci olabileceğini aklı almıyordu. Dilimizin döndüğü kadar ikna etmeye çalıştık ama ikna oldu mu olmadı mı doğrusu emin değilim.

Gencin sezgisiyle ulaştığı sonuç acı bir gerçeği ifade ediyordu: Türk devrimciliğinin sınırlarını. Bu sınırlar ”halkların kardeşliğine” kadar ancak gelebiliyordu; halkların özgür ve egemen olma hakkı, bağımsızlık talebi ise ”bağımsız Türkiye”, tek devlet, tek millet, misak ı millinin toprak bütünlüğü, sınırların bozulamazlığı ilkeleriyle nakavt ediliyordu. Egemen ulus bencilliği, küstahlık, ukalalık ve terbiyesizlikte öyle ileri gidenler vardı ki bunların herbirini bir ”İstiklal Savaşı Mareşali” sanabilirdiniz.

Yukarda ”sünnet” örneğini vermiştim. Zamanı gelince oğlunu sünnet ettirmemiş, hatta bunu davul zurnalı düğünle taçlandırmamış kaç ”müslüman komunist” var? Bunu bilemiyoruz. Böyle bir araştırma elimizde yok. Ancak az sayıdaki istisnalar dışında büyük çoğunluğun bunu akıllarından bile geçirdiklerini sanmıyorum. ”Müslüman komunist” sözünü dar anlamda, hem müslümanlığa inanan, hem de komunizme inananlar anlamında söylemedim. Böylelerinin dini bir gereklilik olarak bunu yapmalarını da yadırgamıyorum; ama hem ladini (ateist) olup hem de dini bir vecibeyi ısrarla takip etmenin normal olmadığını düşünüyorum.

Bu geleneği takibeden komunistlerin, sünnet edilmenin ne kadar sağlıklı olduğunu bilimsel olarak kanıtlayacaklarından hiç kuşkum yok; ama temelde yatan etken ”gavur zannedilmemek”tir. Öyle ya askere giderken ilk muayenede ilk bakılacak mıntıkada sünnetli bir organ yerine sünnetsiz bir alamet bulunması asker olacak gencin daha baştan mimlenmesi ve anasından emdiği sütün kışlada burnundan getirilmesi anlamına gelir. Eee ”bilinçli ve akıllı” komunistimiz enayi mi; kendi evladını ”basit” bir nedenle peşinen riske atar mı? Ucundan azıcık kestirir, oldu da bitti maşallah dedirtir, bu arada bir de ”kirve” tutar, sosyal bağları kuvvetlendirmiş olur. Asker oğlan hiç olmazsa ”Ermeni oğlu Ermeni”, ”Rum dölü”, ”Gavur tohumu” zannedilmeyecektir…

Sarkis yoldaş, devrimci mücadeledeki ”Ermeni insanların salt etnik aidiyeti nedeniyle, zalimin katbekat katmerli hakaret, ezgi ve baskılarına maruz kalmış olduğu reddedilmez” diyor. Bu gerçeği herkes gayet iyi bilir. ”Ermeni kardeş”in işkence mekanlarında, Türk, Kürt ve öteki ”müslüman” ”kardeş” halklardan apayrı, özel bir muameleye tabi tutulması karşısında ”hey ne oluyor yahu, ben de Ermeniyim” diyen biri çıkmış mıdır? Şahsen ben rastlamadım, duymadım. Ancak bu konuda umut verici tutumlar Hrant Dink’in katledilmesinden sonraki protestolarda belirmeye başladı.

Sarkis yoldaş sözlerine şöyle devam ediyor:

”Bu bağlamda, 1915 haziranında Beyazıt meydanında 20 Ermeni devrimcisi için kurulmuş darağaçlarından tam 68 yıl sonra, 29 Ocak 1983 günü Ankara’da, yine darağacında idam edilerek öldürülen ‘son’ Ermeni Mohikan’ı Levon Ekmekçiyan hakkında “unutulanları” kamuya ulaştırmayı, onunla Sosyal-Demokrat Hınçak Partisi üyesi yiğit 20’ler arasında, 68 yıllık bir zaman dilimi dışında, amaç, mücadele ve yazgı açısından hiç bir farkın bulunmadığının “Ahmet ve Şoreş yoldaşlar” için öğrenilmesi gereken bir sözlü tarih dersi olduğunu sanıyor, önemli buluyorum. Yoldaş da, aynı yolun yolcusu anlamını taşıdığına göre, yol hakkında konuşmanın da tam zamanı olduğunu düşünüyorum.”

Evet yol hakkında konuşmanın tam zamanı … O Yol ki üzerinde nice Yolcu geldi geçti, o Yol uğruna nice canlar verildi, katledildi… O Yol uğruna canlarını veren binlerce insan ebediyen aramızdan bedenen ayrıldı…Ne Yol bitti, ne Yolculuk… Ama o Yolda Yolcu olanlar Yol uğruna baş vermiş Yolcuları anarken her nedense bazılarını ihmal ediyor, unutuveriyor…

Dalgınlık işte deyip geçebilir miyiz? Niye dalgınız bu kadar? Yoksa mi diyorsunuz? Galiba öyle. İsterseniz bu konuda ibret verici bir örneğe biraz göz atalım.

Örneğimiz Dev Yol’un tanıdık isimlerinden Bülent Forta.

Forta’nın yazısının künyesini verelim önce:

BÜLENT FORTA KÖŞE YAZILARI

Levon ve Ali Bülent

bulentforta@birgun.net / 05:38 23 Mayıs 2005

Evet, Forta yoldaş bundan beşbuçuk yıl kadar önce Birgün Gazetesinde Levon ve Ali Bülent başlıklı bir yazı yazmış. Yazısı şöyle başlıyor:

<<1982 yılıydı; o yıllarda Türk diplomatlarına ve yurtdışı temsilciliklerine yönelik saldırılarla ismini duyuran ASALA, ilk kez Türkiye topraklarında bir saldırı düzenlemiş, Esenboğa Havalimanı'nda 8 kişinin ölümü 72 kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan bir katliam yaşanmıştı. Levon Ekmekçiyan, saldırıyı düzenleyen ASALA militanlarından biriydi ve yaralı olarak yakalanarak Mamak Askeri Cezaevi'nde 34 numaralı hücreye konulmuştu. Askeri cunta hapishanelerde terör estiriyordu. İşkence çığlıklarına sloganların; ardı ardına asılan insanların acılarına; yaşıyor olmanın sevinçlerinin karıştığı yıllardı. Değil Ermeni sorununu tartışmak, "Ermeni" sözcüğünü kullanmak bile son derece cesaret istiyordu.>>

”1982 yılında, Mamak gibi bir işkence merkezinde, 2X3 m2’lik karanlık bir hücrede hem bir “Ermeni” olarak hem de bir “terörist” olarak idam cezasıyla yargılanmak. Her halde hiçbir insan onun kadar “talihsiz” olmak istemezdi. Şakırtılarla açılan her demir kapının sesiyle irkilmek; uzun taş koridorlarda yankılanan asker postallarının ürküntüsünü duymak; “af” vaadiyle alınan itiraflarının dahili hoparlörlerden diğer tutuklulara avaz avaz dinletilmesinin utancıyla, karanlık hücresinde vicdanıyla baş başa kalmak… Levon’u Esenboğa’da masum insanları katletmeye yönelten duygu neydi? Haklılığına inanılan bir davanın “şehit”i olmak mı? Çocukluğundan beri kulağına fısıldanan “soykırım” ve “tehcir” uygulamalarının ruhunun derinliklerinde yarattığı intikam duygusu mu?” (altlarını ben çizdim – s.e.)

Bülent Forta bir tanık; ama maalesef ya gafil, ya yalancı tanık. Merhameti var mı, empati yapabiliyor mu, yoldaşlık hissi duyuyor mu, Levon Ekmekçiyan’ı bir devrimci, bir ulusal kurtuluş savaşçısı olarak görüyor mu?… Hayır. Gördüğü kişi : ”Esenboğa’da masum insanları katleden, şakırtılarla açılan her demir kapının sesiyle irkilen, uzun taş koridorlarda yankılanan asker postallarının ürküntüsünü duyan, ‘af’ vaadiyle itiraflarda bulunan, bu itirafların dahili hoparlörlerden diğer tutuklulara avaz avaz dinletilmesinin utancıyla, karanlık hücresinde vicdanıyla başbaşa kalan ve terörist Levon…”

Burda böyle tanımladığı Levon’u ” Esenboğa’da masum insanları katletmeye yönelten duygu” konusunda ise Forta yoldaş kararsız. Acaba ”Haklılığına inanılan bir davanın “şehit”i olmak mı; Çocukluğundan beri kulağına fısıldanan “soykırım” ve “tehcir” uygulamalarının ruhunun derinliklerinde yarattığı intikam duygusu mu” Levon’u bu ”katliama” yöneltmiş Bülent bey bu konuda emin değil. Ama başka bir hususta yine kesin konuşuyor: ”1982 yılında, Mamak gibi bir işkence merkezinde, 2X3 m2’lik karanlık bir hücrede hem bir “Ermeni” olarak hem de bir “terörist” olarak idam cezasıyla yargılanmak. Her halde hiçbir insan onun kadar “talihsiz” olmak istemezdi.”

”Herhalde” diyerek biraz tereddüt belirtse de; Forta yoldaş esasen hiç kimsenin Levon gibi ‘hem bir “Ermeni” hem de bir “terörist” olarak idam cezasıyla yargılanmak istemeyeceğinden kuşku duymuyor. Bu hiçbir insan’a Levon da dahil.

Bülent Forta ‘af’ vaadiyle alınan ifadelerin dahili hoparlörlerden diğer tutuklulara avaz avaz dinletildiğini söylüyor. Bu ”ifadelerin” Levon’a ait olduğundan şüphe ettiğini belirten bir ima yok. Bundan da emin.

Forta yoldaşın (herhangi bir vaad olmadan) emniyette ne ifade verdiğini, bunları mahkemede reddedip etmediğini bilmiyorum. Ama işkencede alınan itirafların hiç bir geçerliliği ve meşruiyeti olmadığını, bu ifadelerin veya itirafların o kişinin özgür iradesini yansıtmadığını en iyi bilebilecek kimselerden biri olduğundan eminim. Bu türden bir itirafın başkalarına da duyurulmasından işkence kurbanı neden mesul olsun, neden utansın, neden vicdan azabı çeksin?

Kaldı ki Ekmekçiyanın itiraflarda bulunup bulunmadığı ; bulunduysa hangi koşullar altında bulunduğu bilinmiyor. ”Af” vaadiyle mi kandırıldı diyorsunuz? Peki nereden biliyorsunuz?

Hiçbir insanın o koşullarda Ekmekçiyan gibi talihsiz hem bir Ermeni hem bir terörist olarak yargılanmak istemeyeceğini söylerken Levon’un ne kadar zor durumda olduğunu kendiniz söylüyorsunuz. Peki bu durumdaki bir insanın af vaadine kanıp zaafa düşmesi, eğer gerçekten de düşmüşse, neden o kişinin utancı olsun?

Öte yandan bu ”itiraflar” hoparlörlerden avaz avaz dinletilirken onları dinleyenlerin ne yaptığını da merak ediyorum. Acaba kuzu kuzu dinlediler mi yoksa sloganlarla, kapıları tekmeleme yoluyla, gürültü koparma yoluyla bu zoraki itirafname dinletmelerine karşı itiraz etti, seslerini yükseltti, direndiler mi? Metindeki anlatıma bakılırsa ”haklılığına inanılan bir davanın” Türk militanları bu hoparlör işkencelerine kuzu kuzu katlanmışlar. Bu ”utanç”ın hangi maazerete dayandığını bilmiyoruz.

Levon yoldaş ”karanlık hücresinde” yapayalnızdı. Hayır tamamen yapayalnız değildi; hücresini işkenceciler, ” terör uzmanları”, ”derin devlet adamları”, en yüksek MİT yöneticileri, generaller boş bırakmıyorlardı. Nereden mi biliyorum? Bu devletluların bizzat kendi itiraflarından, açıklamalarından. Ama sizler yalnız değildiniz. Belki hücrenizde tek, ya da bir faşistle barıştırılmış pozisyondaydınız ama öbür hücrelerde, koğuşlarda yoldaşlarınızın var olduğunu biliyordunuz. Birbirinizle şu veya bu şekilde iletişim kuruyor, bir gülücük, bir bakışma, bir gizli notla birbirinize yalnız olmadığınızı hissettiriyordunuz. Belki faşistlere bile gereğinde moral verdiniz. Peki bir tek bir taneniz ”Esenboğa katliamcısına” ufacık bir destek, küçücük bir selam verdiniz mi? Direnmek, biraz da yoldaşlarından, hatta yoldaş olması da şart değil, insan denen varlıktan güç, destek, onay almakla olur. Siz, Levonun ”af” vaadlerine kanıp itirafçılık utancıyla karanlık hücresinde vicdanıyla çekişmesini (!) önlemek için ne yaptınız? Ona yapılan muameleye razı olmadığınızı kendisine bir biçimiyle hissettirdiniz mi? O, karanlık hücrede vicdanıyla nasıl döğüştü bilmek mümkün değil; çünkü kendisi artık hayatta değil; ama siz yaşıyorsunuz; yukarda söylediklerinizi vicdanınız onaylıyor mu? Ya benim sorularıma vicdanınız ne yanıt veriyor? Rahat mısınız? Hiçbir utanç, hiçbir pişmanlık duymuyor musunuz? Soruyorum Bülent Forta yoldaş: Hiç Levon Ekmekçiyana el sallayabilip selamlama olanağınız oldu mu? Olduysa el salladınız mı? Yoksa bu ”Esenboğa katliamcısı” (ki ben böyle bir sıfatı reddediyorum; o katliamı bizzat cuntacıların yaptığını düşünüyorum); bu ”terörist katil” kendileriyle aynı hücreyi paylaştığınız faşist katillerden daha mı kötüydü?

”Eğer tarihte yaşadığımız trajediyi tartışabilmiş, konuşabilmiş olsaydık, Levon, Esenboğa’da sadece Türk oldukları için 8 masum insanı katleden tetiği çeker miydi? Tatmin edilmemiş bir adalet duygusunun, tarihin derinliklerinden süzülüp gelen adaleti, masum insanların katledilmesine uzanır mıydı?”

Lafa bakın: Levon, Esenboğa’da sadece Türk oldukları için 8 masum insanı katleden tetiği çekmiş!

Tekrar utanın diyorum size Bülent yoldaş! Ayıp! Sadece Türk oldukları için 8 masum insanı öldürmek isteyen, bu işi neden askeri cuntanın havada uçan sinekten kimlik sorduğu bir dönemde Ankara Esenboğa havaalanında yapsın? Herhangi bir batı Avrupa ülkesinde istediği kadar masum Türk vurabilirdi. Bu eylemin 8 veya daha fazla masum Türkü katletmek amacıyla değil başka bir amaçla düzenlendiğini anlamayacak kadar saf mısınız?

Hayır sizi yanıltan saflık değil. Geri zekalı olduğunuzu da sanmıyorum. Ama zekanızı iyi kullanmadığınız, yanlış kullandığınız anlaşılıyor. Neden? Çünkü önyargılısınız; Levon’un Esenboğada sadece Türk oldukları için masum insanları katletmeye geldiğine peşinen inanmışsınız. Yani aklınızı, zekanızı daha baştan köreltmiş, kilitlemiş, kötürümleştirmişsiniz. Siz kendi iliklerinize işlemiş Türk miliyetçiliğini görmüyorsunuz; kendinizi hümanist, enternasyonalist zannediyorsunuz; ama ”Türkiye halklarının” (!) en zor durumda olduğu bir sırada Ankaraya kadar gelip cuntanın başbakanını kaçırmaya çalışma eyleminde hiçbir enternasyonalizm, hiçbir kardeşlik ve dayanışma belirtisi görmüyorsunuz. Çirkince, utanmazca olayı çarpıtıyor, masum sivil Türkleri katletme amacına yönelik bir Ermeni terörü olarak gösteriyorsunuz.

Bu eylemin gerisinde yatan ”tarihsel trajedi”den bahsetmeniz ise pişkinlikten başka bir şey değil.

Bu satırları takibeden satırlarda yazdıklarınız ise tam ibretlik!

”Ali Bülent Okran, Ankara’nın Piyangotepe semtinde bir kahve tarama eylemine katılmış, bu nedenle de idam cezasına çarptırılmış bir MHP’liydi. Ankara’nın Piyangotepe semtinde 12 Eylül öncesinin en “rezil” katliamlarından biri yaşanmıştı. Ali Bülent Orkan’ın suç ortağı, kahve taramak amacıyla çalınan arabanın şoförünün kendisini ihbar etmemesi için ırzına geçmiş ve kahvede bulunan 7 masum insan otomatik silahlardan çıkan mermilerle katledilmişlerdi. Kimbilir onları bu canice eyleme sürükleyen duygu neydi? Belki onlara da bütün solcuların “Ermeni uşağı” olduğu; “Türk milliyetçiliği”nin “şehit”leri olmaları gerektiği anlatılmıştı çocuklukları boyunca. Irkçı-milliyetçi külliyatın, “vatan hainlerine” karşı milliyetçiliğin övgüsünü yapan kitaplarıyla yaşamışlardı ilk gençliklerini.”

Faşist Ali Bülent Okran’la, devrimci Levon Ekmekçiyan, faşist – şövenist – ırkçı Türk milliyetçiliği ile soyu kurutulmuş bir halkın ”ezilen ulus milliyetçiliğini” aynı kefeye koyma küstahlığı ve rezilliğine ne demeli? Faşist Ali Bülent bilinçli olarak kahve taramıştı? ”Belki onlara da bütün solcuların “Ermeni uşağı” olduğu; “Türk milliyetçiliği”nin “şehit”leri olmaları gerektiği anlatılmıştı çocuklukları boyunca. Irkçı-milliyetçi külliyatın, “vatan hainlerine” karşı milliyetçiliğin övgüsünü yapan kitaplarıyla yaşamışlardı ilk gençliklerini” diye güya açıklama getirdiğiniz bu katliamla Esenboğa’daki olay arasında dağlar kadar fark var. Esenboğada ölen ”masum Türkler” ASALA eylemcileriyle TC kuvvetlerinin çatışmaları ortasında öldüler. Bu 8 ”masum”un kaçı sivil, kaçı asker ve polisti bunu sonra göreceğiz. Ölenlerin yüzlerce asker ve polisin kurşun ve mermileriyle değil de iki militanın kurşunlarıyla öldüğünü; panik halinde oraya buraya kaçışan insanlardan 70’i aşkın kişinin yaralanmasının yine bu iki kişinin marifeti olduğunu kime yutturacaksınız devrimci Bülent yoldaş!? Arabasını kaçırdığı şoförün kendisini ihbar etmemesi için ırzına geçen süfli kaatille, faşist cuntanın başbakanını kaçırmak için uçakla Türkiyeye gelen bir Fedai’yi aynı kefeye nasıl koyarsınız?

Öyle tarafsız ve adil bir hakim edasıyla yükseklere çıkıp ”belki ona da şunları anlattılar”, ”buna da bunları anlattılar” diyerek hem aşağılık faşistleri devrimci bir örgütle aynı kefeye koyuyor; ASALA’nın devrimci değil faşist bir örgüt olduğunu ima ediyorsunuz; hem de babacan havalara girip gerek faşist gerekse devrimci eylemcileri çocukluklarından itibaren beyinleri yıkanan ne istediğini bilmez kişiler olarak gösteriyorsunuz. Hiç sağa sola çarpıtmayın bayım; faşistliğin özrü yoktur, kimse de onları kandırmamıştır, çocukluklarından itibaren hangi masalları dinlediklerinin de önemi yoktur. Bu masalları bizler de dinledik, siz de dinlediniz, okudunuz, sınav sorularında ”doğru cevaplar” (!) vererek öğretmeninizden hem pekiyi notu hem de aferin aldınız ama bunlar sizi faşist etmedi.

”Oysa Levon’a da, Ali Bülent’e de anlatılan tarih ortada duruyordu” diyorsunuz. Levon’a da , Ali Bülent’e de anlatılan ortadaki tarih aynı mı? Levon’a anlatılan tarih Ermeni halkının soykırıma, tehcire tabi tutulduğu ve Anadolu’da neredeyse tamamen silindiği tarihidir. Yalan mı? Doğru ama durduk yere olmadı, onlar da isyan etmişler, Türkleri öldürmüşlerdi mi diyeceksiniz? İşte bu, yalandır, çarpıtmadır; araştırın, hiç de böyle olmadığını, çocukluğunuzdan itibaren size anlatılan tarihin bunu böyle anlattığını belki siz de farkedeceksiniz. Ama Ali Bülente, size, bana, hepimize anlatılan tarih aynı ırkçı Türk tarihidir.

”Biz aynı coğrafyada yaşamış olmanın birbirimize benzettiği iki halk olarak acılarımız ve günahlarımız üzerine konuşmayı yasaklamıştık.” Aynı coğrafyada yaşamış olmanın birbirine benzettiği bu iki halkın işlediği günahlar ve yaşadıkları acılar aynı mı? Aynı coğrafyada iki değil daha fazla halkın yaşadığını bir kenara bırakıyorum. Kastettiğiniz iki halktan biri olan Türk halkı Ermeni paşaları tarafından tehcir ve soykırıma mı uğratıldı? Kökü mü kurutuldu?

”Duyduğumuz tek ses, kör bir milliyetçiliğin şiddet, kin ve nefret kusan sesiydi sadece. Teröre terörle karşılık veriyor, ASALA militanlarına karşı eylemlerde kullanılmış olmayı en büyük “vatan görevi” sayıyorduk. “Bu vatan için kurşun atan da yiyen de” övgüye değerdi. Onlarca masum insanı öldürmüş olsa da, mafya lideri, eroin kaçakçısı olsa da bu böyleydi. Oysa konuşabilseydik, tartışabilseydik; olanlar için özür dileyebilseydik Milliyetçiliğin “öteki”ni düşman gören zihniyeti yerine, “zenginlik” gören demokratik bir bakış açısını benimseyebilseydik, hepimizin öyküsü farklı olabilirdi.”

Yukardaki cümlelerde hep aynı mantık var. ”Anlayışlı hakim” beyimiz sapla samanı birbirine karıştırmaya devam ediyor.

Şimdi gelelim zurnanın zırt yerine:

”Bu öyküde ben nerede miyim? Ali Bülent Orkan’ın kaldığı hücreden alınmış ve Levon Ekmekçiyan’ın kaldığı hücrenin yanına konulmuştum. Ali Bülent, aynı dava uğruna katliam yaptığı devletin onu idama götürmesinin şaşkınlığıyla bir sabah vakti alındı hücresinden. Levon, apayrı bir dava uğruna katliam yaptığı “düşmanın” af vaadiyle elde ettiği itiraflarından sonra kendini asmaya götürmesinin şaşkınlığıyla yine bir sabah vakti alındı hücresinden. Ben tanığım. Ali Bülent benden 1, Levon 2 yaş küçüktü ve hepimiz 20’li yaşlarımızdaydık, 1982 yılıydı. Ya 1915 yılında 20’li yaşlarda olan Türklerin, Ermenilerin tanıklıkları. Onlarla yüzleşmeye ne denli hazırız?”

Meğerse yazarımız bütün bunları ”zavallı” Ali Bülent Orkan’a acıdığı, Levon Ekmekçiyanın kaderini de ona benzettiği için yazmış. Tabii bunu o böyle açıkça söylemiyor; ama idamlık Ali Orkan’la aynı hücreyi paylaşmanın bu kaatil ve ırza geçen adama karşı onda bir acıma ve merhamet, bunun yanısıra onu anlama, onunla empati kurma duygusu yarattığı anlaşılıyor. Ali Orkan’ı ”anlıyor”, ona hak vermese bile onun bu suçları neden işlediğini ”anlayabiliyor” ve keşke bu zavallı kandırılmasaydı diye üzülüyor. O zaman ne kahve tarar, ne de ırza geçerdi.

Ya Levon? Aynı hücrede yaşamı paylaştığı Ali Orkunu biraz anlayıp ona acıyınca, hatta affedince; Ali Orkun’la aynı kafada olduğuna, onun yaptığı kahve tarama eyleminden farklı olmayan bir eylem yaptığına inandığı Leon’u da anlamış olduğunu sanıyor. Ve teşhisi koyuyor: İkisini de bu hale getiren şey milliyetçilik virüsü. Sonra da ”ben tanığım” diyor. Sen hiçbirşeye tanık değilsin Bülent yoldaş. Sen Ali Bülentle aynı hücreyi paylaşmışsın; ona tanıklık edebilecek durumdasın. Ama Ekmekçiyana tanıklık edemezsin. Çünkü sen onunla hiçbirşeyi paylaşmamışsın; onu da Ali Bülent gibi gördüğün için kendisine dikkatle bakmamışsın; hücresini sık sık ziyaret eden, ikide bir onu alıp biryerlere götüren kimselerle arasında geçenleri görmemişsin ve galiba ”hey hücre komşum nasılsın, bir ihtiyacın var mı, sana nasıl yardımcı olabilirim” diye hiç sormamışsın. Oturduğun hücrende onu kafandaki kalıplara göre yargılamışsın.

”Ali Bülent, aynı dava uğruna katliam yaptığı devletin onu idama götürmesinin şaşkınlığıyla bir sabah vakti alındı hücresinden. Levon, apayrı bir dava uğruna katliam yaptığı “düşmanın” af vaadiyle elde ettiği itiraflarından sonra kendini asmaya götürmesinin şaşkınlığıyla yine bir sabah vakti alındı hücresinden. Ben tanığım.”

Ali Bülentle Levonun görünüşte farklı özünde aynı dava (milliyetçilik) uğruna katliam yaptığını son cümlesinde de tekrarlayarak bu kimseleri aynı kefeye koymaya devam eden Forta acaba Ali Bülent’e gösterdiği merhametin ve bundan doğan yardımlaşmanın bir damlasını bile esirgediği Levon’a karşı ”vicdanının!! bir yerlerinde sızlayıp duran mahçubiyeti kapatmak için mi bunları yazıyor; tarihe tanıklık etmek için mi? Buna siz karar verin. Aynı hücrede yaşadığı Ali Bülentin idam cezası aldıktan sonraki şaşkınlığını onun ağzından dinlemiş olduğu anlaşılan Forta’nın Ali Bülentle Levonu peşinen aynı kefeye koyması alışkanlığı onu Levonun idama giderken Ali Bülent gibi şaşkınlık içinde sehpaya gittiği yargısına ulaştırıyor. Çünkü Levon’un sehpaya nasıl gittiğini bilecek, yüzündeki şaşkınlığı görecek durumda değil. Diyerek Bülent Forta yoldaşın bu bahisteki yerini kapatıyorum. Umarım Birgün gazetesinde Levon hakkında bir tanıklıkta daha bulunur ve bu kez biraz daha izanlı davranır, Yol’a gelir, Yol’a dair yapılan uyarılara birazcık kulak verir.

Şimdi tekrar Sarkis yoldaşa gelelim. Sarkis Hatspanian Bülent Forta’nın faşist MHP ve TC devletiyle aynı kefeye koyduğu ASALA hakkında şöyle yazıyor:

”Son yıllarda aydın ve demokrat olmanın neredeyse “olmazsa olmaz” kıstası haline gelen ve hemen herkesin ağzında pek gözde bir sakıza dönüştürülen Ermeni davası ve 1915-1923 soykırımı konusunu, unutulmaya yüz tutan tozlu raflardan zorla çekip-indirerek, yaşadığımız dünyanın çözülmemiş sorunlar gündemine yeniden taşıyan gücün, 1885’ten günümüze dek varlığını koruyarak sürdüren 4 Ermeni politik partilerinden sırasıyla Armenagan-Ramgavar (sağ liberal), Sosyal-Demokrat Hınçak (sosyalist), Devrimci Federasyonu Taşnak (sosyalist) ve Komünist Partileri değil, tüm dünyada yükselen ulusal kurtuluş savaşlarından esinlenerek, uzun yıllar boyu Filistin Kurtuluş Örgütü bünyesinde (askersel araç-gereç kullanımı, silah eğitimleri, şehir gerillası saldırı-savunma biçimleri ve eylemlerinde teknik, lojistik alanlarda uzmanlaşma vb. gibi) çok aktif rol oynamış bir grup marxist genç insan tarafından 1975’te kurulan Ermeni örgütü ASALA olduğunu not etmek gerekmektedir.”

Yazar şöyle devam ediyor.

”Paul ELUARD’ın güzel bir sözü var, “Açıklamak, değiştirmek için dünyayı, birlik, umut, kavga gerek insanlara” der. ASALA, sadece 10 yıl gibi kısa bir zaman zarfında işte tam da bu sözlerin yaşama geçirilmesini gerçekleştirmiş ve hedeflediği amaçların en önemlilerinden, o tarihe kadar diye düşünülen iki alanda “olağanüstü” başarılar kaydetmiştir. Bunlardan ilki, Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti dışında yaşayan, anayurdundan sökülüp dünyanın dört bir yanına savrulmuş ve bulunduğu ülkelerde de yok olmanın bir diğer adı olan “beyaz soykırım”- asimilasyona uğratılarak ulusal kimlik kaybı tehlikesiyle karşı karşıya kalan milyonlarca Ermeni insanında ulusal bilinç karakterli bir yeniden uyanışın sağlanması, ikincisi ise değişik ülkelerde demokratik sivil kitle örgütlerinin yaratılmasında çok önemli bir rol oynayarak, “unutulduğu” sanılan soykırım sonucu işgal edilmiş Batı Ermenistan gerçeğini kendi halkıyla beraber tüm dünya halklarının bilincine bir daha asla silinmezcesine kazımayı başarmakla olmuştur.

Bir anlamda faşist Adolf Hitler’in “Şimdi artık kim Ermenileri hatırlıyor ki ?” acı sözlerinin geciken bir yanıtının verilmesini de sağlayan ASALA, böylece hem dünyanın Ermeni davasıyla ‘tanışmasını’ sağlamış, hem de o zamana dek görülmemiş barbarlıkta bir vahşete uğratılan, 20. yüzyılın ilk soykırımının kurbanı edilmiş Ermenilerin adalet arayışlarının haklı bir istem olduğunun uluslararası alanda kabul ve destek görmesine de öncülük etmiştir. Yani dünyayla tam da kendi anladığı tek dil olan şiddet ve güç diliyle konuşmayı becerebilmiş ve bunun beklenen neticelerini de görmüş tek güç olma özelliğine sahip bir Ermeni örgütüdür. ”

Ermeni davasını dünyanın gündemine yeniden taşıyan tek gücün ASALA olup olmadığı konusunda söz söyeyebilecek durumda değilim. Bu hususta ASALA önemli rol oynamış olabilir; ama başlıca rolün sadece ASALA tarafından oynandığını sanmıyorum.

Yazarın ASALA ile ne gibi bir ilişkisi olduğunu bilmiyorum; örgütsel bir bağı yoksa bile bu örgüte sempatiyle baktığı görülebiliyor. Yazar ASALA” 20. yüzyılın ilk soykırımının kurbanı edilmiş Ermenilerin adalet arayışlarının haklı bir istem olduğunun uluslararası alanda kabul ve destek görmesine de öncülük etmiştir. Yani dünyayla tam da kendi anladığı tek dil olan şiddet ve güç diliyle konuşmayı becerebilmiş ve bunun beklenen neticelerini de görmüş tek güç olma özelliğine sahip bir Ermeni örgütüdür ” değerlendirmesinde bulunmaktadır.

Yazarın dünyayla tam da kendi anladığı tek dil olan şiddet ve güç diliyle konuşmayı becerebilmiş ve bunun beklenen neticelerini de görmüş tek güç olma özelliğine sahip bir Ermeni örgütü olarak gördüğü ASALAnın bu şiddet ve güç kullanımında ölçüleri çok aştığı, birçok gereksiz eylem yaptığı ve bu gereksiz eylemlerin ASALA’ya da Ermeni davasına da zarar verdiği elbette söylenebilir, tartışılabilir; ama bu eylemlerin biçim, amaç ve içerik yönünden TC devleti ve faşistlerin uygulayageldikleri ırkçı – tırkçı eylemlerle aynı kefede ele alınabileceği söylenemez. Yurtdışındaki TC elçiliklerine dönük eylemlerde silah kullanması doğru olmamıştır. Bu elçiliklerin herbirinin birer casusluk ve özel harp dairesi gibi çalışmasına , faaliyetlerinin odağında yurtdışındaki ” bölücü ve yıkıcı faaliyetlerle mücadele” bulunmasına rağmen bunların üzerlerindeki ”diplomat” etiketini, görünürdeki ”sivil” sıfatlarını, taşıdıkları ”elçi” (!) adını dikkate almak ve eylemlerde silaha başvurmamak gerekirdi. Ama bu ayrı bir konudur ve ASALA’nın devrimci, sosyalist, enternasyonalist bir örgüt olduğu; savunuculuğunu üstlendiği Ermeni davasının ise haklı bir dava olduğu gerçeğini değiştirmez. Dev Yol, Dev Sol ve daha pekçok örgüt nasıl ki devrimci ve sosyalist sayılıyorsalar, ASALA da devrimci ve sosyalist sayılmalıdır. Ayrıca ASALA bir ”yabancı” örgüt, memleketle alakası olmayan bir örgüt değildir. O, faaliyetlerinin odağına ”memleketi” koymuştur, hedefinde ise ırkçı, soykırımcı, gerici TC devleti vardır. Yazar alt başlığı altında bu gerçeği şöyle dile getirmektedir:

Yurtdışındaki Türk ”özel savaş” faaliyetlerinin çapı ve derinliği üzerine bir araştırma yapmak bizi çok çarpıcı sonuçlara ulaştırırdı. Ama böyle bir çalışma olmadan, kaba gözlemlerle yetinmekle bile bazı şeyler söylenebilir:

Türk Milli Güvenlik Kurulu, adı daima bu ad olmasa da, yasal bir kurum haline getirilmeden önce de hep vardı. Özel Harp Dairesi, MİT ve sayısını tam bilmediğimiz değişik karanlık devlet güvenlik örgütleri de illegal olarak ta Teşkilatı Mahsusadan beri var oldu. Bunlar zamanla çeşitlendirildi, daha da geliştirildi, yetkinleştirildi. Bu teşkilatlar dünyanın en karanlık, en kirli, en cani istihbarat örgütlerinin tedrisatlarından geçirildi. Gestapo’dan CIA’ya, SAVAK’tan MOSSAD’a en kanlı devlet cinayet teşkilatları Türk meslektaşlarına kendi maharetlerini canla başla öğrettiler.

Türk devletinin yeraltı teşkilatlarının yurt içindeki marifetleri az çok bilinir; ama yurtdışındaki melanetleri ASALA sayesinde ortaya çıkmıştır. ”Masum” Türk diplomatlarının elçilik binalarının kendilerine karşı casusluk, istihbarat toplama, soykırım gerçeğinin uluslararası camiada bilinmesi ve tanınmasını önleme, yalana dayalı propaganda harp merkezi olma özelliklerini Ermeni siyasetçiler ve devrimciler zaten biliyorlardı. Yurt içindeki bir avuç Ermeni’nin ne yiyip ne içtiğinden, ne sevip ne sevmediğine, ilkokuldaki çocuklarının okuldaki hal ve gidişlerinden, ihtiyar dede ve nenelerin nerede ne konuştuğuna kadar en ince ayrıntıları bile takip edip dosyalayan TC devleti bu faaliyetlerini yurtdışında daha özenli, daha ısrarlı ve kesintisiz bir şekilde yürütmüştür. Lübnandan Suriyeye, Fransadan ABD’ye kadar her nerede soykırım ve tehcir zamanı sürgünü Ermeni topluluğu varsa TC’nin orada istihbarat ve özel harp faaliyetleri var olmuştur. Bu faaliyetlerin odağı ise büyük elçiliklerdir. Türkiye’de Ermeni Sorunu hakkında resmi bakışla kitaplar yazan, araştırmalar yapan kişilerin başında diplomatların gelmesi bu diplomatların bulundukları yerlerde esas olarak nelerle iştigal ettiklerinin somut delilidir.

Bu gerçeği gayet iyi bilen Ermeni devrimcilerinin ASALA’yı kurup Ermeni ulusal sorunu için savaşma kararına vardıklarında ilk hedef olarak bu casusluk merkezlerini seçmelerinin bir nedeni de bu olsa gerek. Fakat bu davranışları ayrıntılarına burada girmeyeceğim pek çok nedenden dolayı doğru olmamıştır.

Öte yandan ASALA eylemlerinin ”anayurdundan sökülüp dünyanın dört bir yanına savrulmuş ve bulunduğu ülkelerde de yok olmanın bir diğer adı olan “beyaz soykırım”- asimilasyona uğratılarak ulusal kimlik kaybı tehlikesiyle karşı karşıya kalan milyonlarca Ermeni insanında ulusal bilinç karakterli bir yeniden uyanışın sağlanması, ikincisi ise değişik ülkelerde demokratik sivil kitle örgütlerinin yaratılmasında çok önemli bir rol oynayarak, “unutulduğu” sanılan soykırım sonucu işgal edilmiş Batı Ermenistan gerçeğini kendi halkıyla beraber tüm dünya halklarının bilincine bir daha asla silinmezcesine kazımayı başardığı” şeklindeki değerlendirmenin doğruluğu yanlışlığı konusunda şu andaki bilgilerimle bir hükme varabilecek durumda değilim. Ama yazarın değerlendirmesi yanlış veya abartmalı olsa bile hiç bir etki bırakmadığı söylenemez. Dünya, Ermeni davasını en azından 80’li yılların başında ASALA’nın etkili eylemleriyle duymuştur; yıllar boyu ”demokratik” faaliyet yürüten Ermeni örgütlerinin sabırlı, inatçı, uzun erimli faaliyetlerine ASALA eylemlerinden sonra daha canlı, daha gayretli, daha militan bir ruh gelmiştir. Diasporadaki Ermeni ulusal uyanışına da olumlu katkı sağlamıştır. Ama bütün bunlar ASALA’nın iç yetersizlikleri, eksiklikleri, acemilikleri nedeniyle daha kalıcı kazanımlara dönüşememiş; ASALA’nın ayakta kalmasını, daha fazla güçlenmesini, Ermeni halkının ASALA etrafında sıkı bir örgütlenmeye gitmesini sağlayamamıştır.

Öte yandan Ermeni halkının ASALA’yı red ve inkar etmesi; onu TC’nin gözleri ve sözleriyle değerlendirmesi düşünülemez. Ermeniler için ASALA militanları doğrusuyla, yanlışıyla Ermeni davasının fedaileridir ve bu fedailere hürmet etmek, anılarına saygı göstermek doğal bir ulusal tutumdur. Ben bunu böyle değerlendiriyorum ve aşağıda vereceğim alıntıda da görüleceği gibi yazar da böyle ele alıyor. Şöyle söylüyor:

Dünya adlı gezegenin tüm insanları, Filistin, İrlanda, Bask, Korsika, Tamil, Timor, Kaledon, Kürt ve buna benzer daha birçok halk tarafından yaratılmış örgütler tarafından verilen ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelelerine şahit olmuştur da, tarihte bir İLK olma özelliğiyle; sadece duymuş olduğu, hiç ama hiç görmediği, havasını teneffüs edip, suyunu bile içmediği bir yurt uğruna, bile bile ölüme gönüllü koşan, gencecik insanlar da olabileceğini Ermeni ASALA örgütü sayesinde öğrenmiştir.

Anayurdundan zorla koparılıp atılan Ermeni halkının bu üçüncü nesline ait gencecik evlatlarının yaptığı herhalde bilinen şarkı sözlerinin “Yiğitlik yolunda üstüme yoktur” dizelerindeki anlatıma bire-bir uymasıyla birlikte, “Eşkiya dünyaya hükûmdar olmaz” gerçeğinin doğruluk ve haklılığının da ispatıdır ! ABD, Kanada, Fransa, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır, Kıbrıs veya Yunanistan’da doğmak zorunda bırakılmış Ermenilerin üçüncü nesline ait bu genç insanların evlerinde yaşlı nene-dedelerinden sürekli duydukları, ama yerini sadece duvarda asılı haritalarda görebildikleri Ararat (Ağrı), Kars, Garin (Erzurum), Bingöl, Van, Muş, Pağeş (Bitlis), Yerzınga (Erzincan), Kharperd (Elazığ) için, San Fransisco, Los Angeles, Ottawa, Paris, Berlin, Viyana, Roma, Madrid, Lizbon, Atina, Tahran, hatta İstanbul ve Ankara’da askeri eylemlere gönüllü olarak katılması, -bazı insanlar tarafından kabul edilmezse de- intihar komandosu vasfıyla bilinçli olarak ölümü göze alması, büyük bir saygıya layıktır ve sırf bu özelliğin varoluşu bile insanları bu olguyla ilgili etraflıca düşündürmeye itmelidir. Öyleki, bu anlam ve içeriğiyle, 5.inci yüzyılda yaşamış Ermeni tarihçi Yeğişe’ye ait “Bilinçsiz ölüm ölümdür de, bilinçli ölüm ölümsüzlüktür” sözleri ASALA şehitleri olgusunu olabildiğince doğru açıkladığından, Ermeni halkı sadece bedenini yitirdiği bu insanlarını haklı ve adil bir davanın yiğit savunucuları olarak yüreğine kazımış, işgalci “T.C.” faşizmine karşı mücadele meşalesini yeniden yakmış bu evlatlarını “ölümsüz direniş şehitleri” diye adlandırmıştır !… >>

Evet yazar böyle söylüyor ve ben burda söylenenlerin sadece yazarın kendi kişisel duygu ve düşüncelerini değil Ermeni halkının büyük çoğunluğunun bakışını da yansıttığı kanaatındayım. Bu durumda ”halkların kardeşliği” ilkesi gereğince ”kardeş Ermeni halkı”nın ”ulusal şehitleri”ne saygı göstermenin ” Ermenilerin kardeş halkları Kürt ve Türk devrimcileri” için enternasyonalist bir görev olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda 29 Ocak 1983 günü Ankara’da, darağacında idam edilerek öldürülen ‘son’ Ermeni Mohikan’ı Levon Ekmekçiyan’ın T. C. tarafından üzerine sürülen ”katliam suçlusu terörist” ve ”af vaatleriyle kandırılan itirafçı” sıfatlarının şiddetle reddedilmesi ve adının ”devrim şehitleri” arasında saygıyla anılmasının devrimci, enternasyonalist bir görev olduğunu düşünüyorum. O, sadece Ermeni ulusal davasını duyurmak için Ankara’ya gelmedi; o, faşist cuntanın terör ve işkenceleri altında inleyen Türk, Kürt, Çerkez, Arap, Laz tüm devrimcilere enternasyonalist bir dayanışma eylemi yapmak, cuntanın başbakanı, dolayısıyla onun baş suçlularından biri olan Bülent Ulusuyu kaçırmak veya cezalandırmak amacıyla geldi. Bu eylemi Ermeni ASALA örgütü değil de DEV YOL veya DEV SOL yapmak istese ve orda yakalanıp idam edilen kişi Sarkis yoldaşın deyimiyle Ahmet ya da Şoreş yoldaş olsa biz Kürt ve Türk devrimcileri bu kişiye sahip çıkmayacak mıydık? İtirafçı mı diyecektik; katliamcı mı diyecektik?

*Kaynak: (http://www.gelawej.net/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=3402)

********

Devam edecek…
12.03.2011

Diğer Başlıklar

SEҪİMLER VE GERҪEKLER! HAMİT BALDEMİR

SEҪİMLER VE GERҪEKLER! Gerek ulusal mücadelede ve gerekse sosyal mücadelede devrimciler legaliteyi her zaman olanaklar …

30.YILINDA MADIMAK KATLİAMININ UNUTMADIK! XETA SOR

Yılında Madımak Katliamını Unutmadık! 2 Temmuz 1993, TC devletinin katliamlar serisine bir yenisinin eklendiği, kara …

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-6- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN Bitmiyor Ölümlerimiz! Ağlamak nedir, gözyaşı ne ola? Ya da kuruması …

FIRSAT KARGALARI! Samet ERDOĞDU

FIRSAT KARGALARI 10 sene önce politik meteorolojide benim hava tahmini göstergem Öcalan idi. Ona bakarak …