Cuma , 19 Nisan 2024
Home / Güncel / ULUSLARARASI DURUMUN BAZI YÖNLERİNE DAİR! SAMET ERDOGDU

ULUSLARARASI DURUMUN BAZI YÖNLERİNE DAİR! SAMET ERDOGDU

ULUSLARARASI DURUMUN BAZI YÖNLERİNE DAİR
Bu yazı Kasım 2019’da yazıldı. Petrol başlığı altındaki alıntılarla, Brzezinki’nin kitabındaki pasajlar sonradan eklendi.
“Durum„ hakkında yazmak an’ı resmetmektir. Durağan, değişmez bir görüntüyü sunmaktır. Oysa son otuz yılda dünya durumu son derece hızlı değişiklikler geçirdi. Bu hızlı değişiklikler, çağın iletişim imkanlarıyla anında herkese yansıdı. Baş döndürücü olayların hızla duyulabilmesi imkanı, hafızalarda iz bırakan en önemlileri dışında, bunların aynı hızla unutulmasına ya da haber bombardımanı altında şaşkınlaşan insanların bu hız içerisinde olayların gerisindeki önemli gerçekleri fark edememesine yol açtı. Bilgi ve haberin bolluğu, bilgi kirliliğine neden oldu. Gündelik yaşamın zorlukları altında düşünme yetilerini kullanmaları kısıtlanmış insanlar kendilerine sunulanlarla yetinmek durumunda kaldılar.
Devletlerin ve büyük tekellerin kontrolleri altında bilgi, haber, düşünce üreten üniversiteler, „Düşünce Kuruluşları“ ve hiç bir zaman bağımsız olmamış olan medyanın yanısıra dijital devrimle gündeme giren iletişim teknikleri de gerçeği bozmaktan, çarpıtmaktan ve onun özünü gizlemekten öte gidemiyor. Dijital yayıncılık alanında kendilerine yer bulan dürüst gazeteci, akademisyen ve yazarların olaylara bakış açıları ve onları yansıtış biçimleri güncelliğin ve kendi ufuklarının ötesine ulaşamıyor.
Kuşkusuz bunlar önemlidir. Ancak dünyaya hangi metotlarla ve hangi perspektiften bakıldığı, hangi pusulanın kullanıldığı da önemlidir. Proletaryanın dünya görüşünü geçersiz bir pusula sayanlarla hiç bir ortak yanımız yok; proletarya bilimini „yenileme“, „yeniden üretme“, “taş üstüne taş koyma„ perdesi altında onu tanınmaz hale getirenlerle de paylaşacak bir şeyimiz yok. Marksizm – leninizmin dünya görüşü içinde günümüz dünyasını anlamaya ve yorumlamaya çalışanlar ise bizim için önemli. Onlardan kendimize bir şeyler katmak, kendimizden onlara bir şeyler sunmak isteriz.
Bu yazı, bu maksada hizmet edebilirse ne ala.
Yazıda tarihsellik ve güncellik iç içe. Birinden diğerine daha fazla ağırlık vermedik. Güncellik, gerçeğin derinlerdeki köklerini yitirmeye yol açabilir; bizi gazeteci ufkuyla sınırlayabilir. Her gün değişen durumların ortasında gazeteciliğin resmettiği anlar hızla kayboluyor.
Yalnızca tarihsel bir perspektifle davranmak ise bizi an’dan uzaklaştırabilir. Fakat etkileri geçmişle sınırlı kalmayan, kendi zamanlarını çok çok aşan ve günümüzde de hükmünü sürdüren politikaları, eğilimleri vurgulamak gerekiyor. Bu noktada kaynaklara baş vurduk; alıntılar verdik. Alıntılar, zaten söylenmiş olanlardır. Bizi, söylenmiş olanı tekrar söylemekten, Amerika’yı yeniden keşfetmekten kurtarır. Okuyucuyu da asıl kaynaklara ulaşmaya teşvik eder.
Yazıda Amerikan emperyalizmi konusuna özel ağırlık verdik. Nedeni o bölümler okunduğunda kendiliğinden anlaşılacaktır.
Zamanımızın belirleyici gücü emperyalizm. O halde yazıya bu konuyla başlayacağız.
LENİN’DE EMPERYALİZM’İN TANIMI VE YENİ EMPERYALİSTLER
20. Yüzyılın başında Lenin emperyalizmi kapitalizmin yeni, yüksek bir aşaması olarak ele alıyor; “serbest rekabetçi kapitalizm”in artık bir üst evreye ulaştığını söylüyordu. Ona göre „emperyalizmi, bir geçiş kapitalizmi, daha doğrusu cançekişen bir kapitalizm olarak tanımlamak gerekir”di. [Emperyalizm, Lenin] Bu aşamanın ekonomik tanımlamasını ise şöyle özetliyordu:
”Emperyalizmin olanaklı en kısa tanımını yapmak gerekseydi, şöyle derdik: emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır. Bu tanımlama da, temel öğeyi kapsamış olurdu…
Ne var ki, en kısa tanımlar, temel özelliği özetledikleri için elverişli olsalar da, tanımlanacak görüngünün çok önemli bazı çizgilerini dışarda bırakmalarından ötürü, yetersiz kalmaktadır. Bu bakımdan, gelişme sürecindeki bir görüngünün birçok bağlantısını hiç kavrayamayan bütün genel tanımlardaki itibari ve göreli değeri unutmadan, emperyalizmin, aşağıdaki beş temel özelliğini kapsayan bir tanımını yapalım:
(1) üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; (2) banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış, ve bu “mali-sermaye” temel üzerinde bir mali-oligarşi yaratılmıştır; (3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır; (4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; (5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır. Emperyalizm, tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”
Lenin’in bu tanımlamasındaki son şık dünyanın, o zamanki bellibaşlı emperyalist güçler arasında, nüfuz alanları bakımından bölüşülmesi, sömürgelerin ve yarı sömürgelerin paylaşılması ile ilgiliydi. Sömürgecilik sisteminin çökmesinden sonra bu şık artık geçerli değil. Emperyalizm klasik sömürgeciliğin yerine yeni – sömürgeciliği koydu. 20. Yüzyıl başında dünyanın paylaşılmasında iddia sahibi olan emperyalist imparatorlukların bir kısmı yıkıldı, bir kısmı imparatorluk hakimiyeti altındaki topraklarını yitirdiler; o zamanlar sömürge veya yarı sömürge durumunda olan ülkelerin bir kısmı ise önce siyasal bağımsızlıklarını kazandılar ve zamanla ekonomilerini geliştirip tekelci kapitalist aşamaya ulaştılar. Şimdilerde G-20’yi oluşturan devletleri ekonomik bakımdan Lenin’in emperyalizm tanımıyla karşılaştırdığımızda ilk dört şıkkın hepsine uygulanabilir durumda olduklarını kaba bir gözlemle bile söylemek mümkün.
Siyasal bakımdan baktığımızda 20. Yüzyıl başındaki emperyalizmle bugünkü arasında da nitelik bakımdan fark yoktur. Lenin şöyle yazıyordu:
”Emperyalizmin kendine özgü siyasal özellikleri şunlardır: mali-oligarşinin baskısı ve serbest rekabetin ortadan kaldırılması yüzünden her alanda gericilik ve artan ulusal baskı. Bu yüzden hemen bütün emperyalist ülkelerde 20. yüzyılın başından beri bir demokratik küçük-burjuva muhalefeti başlamıştır.”
”Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi bütün bunlar, emperyalizme, onu asalak ve çürümüş bir kapitalizm haline getiren ayırdedici özellikler kazandırmıştır. Burjuvazinin, gitgide artan bir ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve “kupon kırpmak”la yaşadığı, “rantiye-devlet”in, tefeci-devletin yaratılması, gitgide daha belirgin biçimde emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesinde kendini özellikle göstermektedir.” [Emperyalizm, Lenin] 20 Yüzyıl başından Millenyum’un 20. Yılına kadar bir milim düzelme yoktur; aksine emperyalizmin ‘egemenlik eğilimi’, ‘rantiye devlet’, ‘çürüme’, ‘asalaklaşma’, ‘her alanda gericilik ve artan ulusal baskı’ özellikleri daha da belirgin hale gelmiştir. Farklılık nitelikte değil, niceliktedir: Bir zamanlar bir elin beş parmağını geçmeyen sayıdaki emperyalistin miktarı şimdi iki elin parmak sayısından bir kat fazladır.
EŞİTSİZ GELİŞİM KANUNU VE EMPERYALİSTLER ARASI İLİŞKİLER
Dünya egemenliğini tesis eden kapitalizmin tüm kötülükleri bu sınırsız egemenlikle birlikte meydana saçıldı:
Kapitalist üretim tarzının anarşik karakteri, kapitalist dünyanın anarşik durumuyla örtüşüyor. Kapitalist ekonominin eşitsiz gelişmesi, devletler arasında eşitsiz gelişmede de yansımasını buluyor. Emperyalist güçler arasında dengelerin hızla değiştiğini; güç ilişkilerinde başta gelenlerin durakladığını, güç kaybı yaşadığını; geriden gelen kimilerinin güç kazandığını; bu durumunun emperyalistler arasında rekabeti ve hegemonya çatışmalarını kızıştırdığını çıplak gözle görmek mümkün.
Emperyalizmin temel özelliği, kapitalizme içkin olan “eşitsiz gelişim kanunu”nun en çıplak biçimde işlemeye başlamasıdır. Bu kanun emperyalistler arasında güç dengelerinin bozulması, geriden gelen emperyalistlerin öndekilere yetişmesi ve onlarla hegemonya kavgasına girişmesinin perde gerisini açıklar. Bu kavga emperyalist devletlerin kendi aralarında ticaret dalaşlarına, hatta birbirlerinin topraklarında ya da herhangi bir nüfuz sahasında doğrudan savaşmalarına kadar varabilir. Bir emperyalist devlet ya da devletler grubu, rakip devlet ya da devletler grubunu dizginlemek, kendi sınırsız egemenlik iştahını tatmin etmek ister. Her emperyalist kendisine frensiz hareket, fetih, işgal hakkı tanırken; rakibi ya da rakiplerini frenlemek, durdurmak ve geriletmek amacıyla davranır. Bu da güçler dengesinin bozulmasına yol açar.
Yanki emperyalizminin sosyalist sisteme ve dünya devrimci hareketinin öteki bileşenlerine (uluslararası proletarya hareketi ve ulusal kurtuluş hareketeleri) karşı emperyalist sistemin liderliğini ve dünya jandarmalığını üstlendiği 1945 – 1990 arasındaki dönemde “hiyerarşik” bir yapı gibi görünen güçler dizilişindeki dengeler artık değişmiş durumdadır. Bir ast – üst, emir – kumanda, otorite – baş eğme ilişkisi olan hiyerarşi aslında geçmiş dönemde de yoktu. Ama iki kutuplu dünyada emperyalist kampın hegemon gücü ABD etrafındaki “emperyalist orkestra„ yüzeysel bir bakışla hiyerarşik bir görüntü sergiliyordu.
Oysa kapitalist üretim ilişkileri daha baştan itibaren anarşik karaktere, “eşitsiz gelişme” dinamiklerine sahiptir. Kalıcı hiyerarşiye imkan vermez. Ancak güçlü bir karşıt kutbun varlığı bir dönem böyle bir “görüntü” yaratmıştı. Kutbun birisi ortadan kalkınca “görüntü”nün altındaki gerçek çıplak biçimde ortaya çıktı.
Tablonun gösterdiği gerçekler şunlardır:
Eski emperyalist güçler (ABD, AB, Japonya) arasındaki göreli “uyum”’ bitmiştir.
Tek “dünya parası” işlevi gören dolar artık rezerv para değildir.
Kapitalist dünya ekonomisi, sadece Amerika, Japonya veya Avrupa’da patlayan bir ekonomik krizle değil; Asya’dan, Latin Amerika’dan, emperyalistleşme yolundaki ülkelerden doğan bir krizle de alt–üst olmaktadır.
On yılda bir patlayan ekonomik devrevi krizler yalnızca patladıkları ülke ya da bölgelerle sınırlı kalmamakta; anında her tarafı sarmaktadır.
Dünya’daki emperyalist “aktörler”çoğalmıştır. “Eski emperyalist”lerin yanısıra bir dizi “yeni emperyalist” ülke bölgesel ya da küresel nüfuz mücadelesine dahil olmuştur. Bunların tümünün ortak özelliği daha dar veya daha geniş bir alanı kendi ‘’hayat sahaları’’ olarak görmeleri; “kırmızı sınır” saydıkları bu sahaları rakiplerine kaptırmamayı esas almaları; ama kendilerini bu sahalarla sınırlı görmeyip başkalarının “bahçe”lerini de ele geçirmeye çalışmalarıdır.
Bu ülkeler kendi aralarında ekonomik, siyasi ya da askeri ittifaklarla yeni eksenler, kamplar oluşturmaktadır. Bu eksenler ve kamplar statik değil değişkendir. Aynı aktörlerin farklı durumlarda eksnelerinden dışarı çıkıp, karşıt eksenlerden biri içindeki aktörlerden biri ya da diğeri veya tümüyle aynı tutumu alması sık rastlanan bir durumdur. “Aktörler” oldukça “oynak”; zemin kaygandır.
Emperyalistlerin kendi aralarındaki güç sıralanışları da sabit değil, değişkendir.
Yukarda değindiğimiz gibi, geçmişten miras kalan “eski emperyalistler”in dışında dünya çapında yahut belirledikleri nüfuz sahalarında hakim olmak isteyen yeni güçler var. Bunlar yanlarına aldıkları ülkelerle ortaklıklar oluşturma ve askeri kuvvet kullanarak bölgelerinde hegamon güç olma yoluna gidiyorlar. Bu çabaların dolaysız sonucu, dünyanın “sıcak bölgeler„inde savaşların, iç savaşların, devletler ya da devlet-olmayan aktörlerin başvurduğu terör ve provokasyonların bir türlü kesilmemesidir. Savaş ya da iç-savaş olmaması anlamında “Barış”, İngiliz ölçüsüyle Ortadoğu ve Yakındoğu sayılan bölgelerde ve Afrika’da uzun zamandır bir hayal, özlem ve umuttan başka bir şey değildir.
İngiliz tarihçi Arnold Toynbee 1968’de, dünya barışı için ”ABD ve İsrail bugün 125 bağımsız devlet arasında en tehlikeli iki devlet olsa gerek” demişti.
ABD ve İsrail dünya barışı için halen en tehlikeli iki devlet. Yanlarında ‘yükselen’ yeni bir çok tehlikeli haydut daha var: Türkiye, Suudi Arabistan, İran, Rusya, Pakistan vb. Bunlar Kuzey Afrika’da, Arap yarımadasında, Akdeniz’de, Orta ve Yakındoğu’da, Hint Denizi’nde kılıçların gölgesinde at koşturuyorlar. ABD emperyalistleriyle bazen rakip, bazen müttefik olarak kendilerine pay kapmaya çalışıyorlar. Böylece ABD ve İsrail’in yanısıra bütün bir emperyalistler orkestrası yer yer uyumlu halde, yer yer her biri ayrı telden çalarak dünyanın bazı bölgelerini dinmek bilmeyen bir savaş, kaos ve terör ateşinin içinde tutuyorlar.
Batılı emperyalistler dünyanın bir çok bölgesini yangın yerine çevirmekte baş rolü oynarken kendi ülkelerini “barış, huzur, refah„ın hüküm sürdüğü cennet adaları halinde tutmaya özen gösteriyorlar. Kendi topraklarındaki cennet hayatının başka topraklardaki karşılığı cehennemdir.
Batılı emperyalistler “bizlere barış, başkalarına savaş; saraylara barış, kulubelere savaş„ politikalarıyla şimdilik birer “barış, huzur, refah„ adası olan kendi kalelerini savaş şerinden koruyabiliyorlar; fakat aynı politikalarla bu cennet adalarını savaş yangınlarının her an erişebileceği birer risk bölgesi haline getiriyorlar. Kısacası kendi bahçeleri de dahil her tarafı savaş yangınlarının her an bulaşabileceği güvensiz alanlara dönüştürüyorlar. Dünya barışı artık tümden tehdit altındadır. Bunun baş sorumlusu ise bütün bir emperyalistler çetesidir. Tanrı, dünyayı tüm emperyalistlerin şerrinden korusun.
ABD EMPERYALİZMİ DÜNYA’NIN BAŞ BELASIDIR
Hegemonya uğruna bir yandan birbirleriye didişen, bir yandan bu didişmenin kendi aralarında direkt bir savaşa dönüşmesinden kaçınmanın, dolayısıyla aralarında uzlaşmanın bir yolunu bulan emperyalistler çetesinin halen en tehlikelisi ABD emperyalizmidir. 1992’de Zbigniew Brzezinski, ABD’nin küresel çapta güç üstünlüğünü şöyle tanımlıyordu:
”Özetle, Amerika küresel gücün belirleyici dört alanında en üstün durumdadır: Askeri olarak eşi olmayan bir küresel erişime sahiptir; ekonomik olarak, her ne kadar, her ikisi de küresel gücün diğer niteliklerinden nefret eden Japonya ve Almanya bazı bakımlardan rakip olsalar da, küresel büyümenin lokomotifi olmaya devam etmektedir; teknolojikolarak yeniliğin tüm ultramodern alanlarında önderliği elinde tutmaktadır ve kültürelolarak, bazı aşırılıklara karşın, özellikle dünya gençleri arasında rakipsiz bir cazibeye sahiptir. Tüm bunlar Amerika’ya başka hiçbir devletin yakınlarına bile yaklaşamadığı siyasi bir nüfuz sağlamaktadır. Amerika’yı tek kapsamlı küresel süpergüç yapan bu dördünün bileşimidir.” (s. 43) Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, Amerika’nın Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2005
ABD emperyalizmi bu güç üstünlüğüne dayanarak 90’lı yıllarla Millenyum’un ilk 10 yılı arasında (1990 – 2010) dünya imparatorluğu kurmayı denedi.
Bugün de yeryüzü’nün „ekonomik, siyasal ve askeri bakımdan halen en güçlü emperyalist ülkesi ABD”dir. Buna rağmen, o, dünya imparatorluğu kurma ve “Pax – Americana” yaratma rüyasını başaramadı. Önce “Yeni Dünya Düzeni” kurma, sonra “Avrasya”ya egemen olma, nihayet “Büyük Ortadoğu Projesi” idealleri iflas etti.
ABD bu emellerini tamamen terk etmese de Amerika kıtası ve Pasifik’teki hakimiyetini pekiştirmeye bir süredir özel önem veriyor. 2019 Nisanında bir konuşma yapan Amerikan Dışişleri Bakan yardımcısı, iki yüzyıl önce zamanın Amerikan başkanı Monroe’nün geliştirdiği, özü “Batı yarı küresi benim” olan Monroe doktrinini güncellediklerini açıklamıştı.
ABD, en büyük talihsizliklerinin “Tanrı’ya uzak, Yanki emperyalizmine yakın olmak” olduğunu söyleyen Latin Amerikalıların peşpeşe bağımsızlıkçı ve halkçı yönetimler seçmesini; bu yönetimlerin, AB, Rusya ve Çin’le ekonomik ilişkileri derinleştirmesini tehdit olarak algıladı. Arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’nın solcu hükümetlerini devirmek için ekonomik ambargo başlattı, çeşitli provokasyon ve entrikalara girişti. Brezilya’da önce Lula da Silva, sonra Dilma Rousseff’in başkanlıktan devrilmelerini sağladı. Venezuela’da Bolivarcı devrimi boğmak için hem Chavez hem Maduro hükümetlerine karşı sayısız tertip düzenledi. Bolivya’da Evo Morales’e karşı darbe gerçekleştirdi.
Yanki emperyalizmi dünya hakimiyeti iddiasından vaz geçmiş değil. ABD, kendi nüfuzuna karşı çıkan Rusya, Çin, Küba, Kuzey Kore ve İran’a karşı yıllardır kuşatma ve sıkıştırma politikası uyguluyor.
ABD sosyalist sistemin dağılmasından sonra dünyada “sınırsız serbest ticaret” ve “küreselleşme”nin şampiyonloğuna soyunmuştu. Hayalindeki “serbest ticaret ve küreselleşme” Amerikan şirketlerinin her tarafa kotasız, gümrüksüz serbestçe girmesi; dünyanın her tarafına ABD’nin nüfuz etmesi ve hakim olması; Amerika’nın izni olmadan hiç bir yerde kuş bile uçmamasıydı. ABD bu yönde yoğun bir “neoliberal – neokonservatif”ideolojik kampanya başlatmış; irili ufaklı güçleri bu yönde davranmaya zorlamış; “açık kapılar” politikası doğrultusunda yaygın ticaret antlaşmaları dikte etmişti. Ancak süreç hiç de istediği gibi gelişmedi; evdeki hesap çarşıdan geri döndü. Amerikanın öncülük ettiği serbest ticaret ve küreselleşme süreci bir noktadan sonra ters işlemeye başladı. AB, Japonya ve Çin, ekonomik gücüyle bu güçleri istediği gibi kontrol edebileceğini sanan Amerika’nın hesaplarını boşa çıkarmakla kalmadılar; ABD’nin hem nüfuz alanlarında hem de bizzat iç pazarında “serbest ticaret ve küreselleşme”nin kaymağını yemeye başladılar. Bu noktada ABD çark etti. Gümrükleri yükseltmeye, finansal politikalarla rakiplerini etkisizleştirmeye, serbest ticaret anlaşmalarından çekilmeye, kısacası koruma önlemlerine başladı. Çin’e karşı ticaret savaşı açtı. İran, Çin, Rusya, Kuzey Kore, Venezuela, Bolivya, Küba gibi ABD ekseni dışındaki ülkelere, zaman zaman yanına AB, Kanada ve Japonya’yı da alarak, ekonomik ambargo uygulama hareketlerini sıklaştırdı.
ABD emperyalizmi ekonomik, siyasal ve diplomatik baskı ve şantajı halen etkili dış politika olarak uyguluyor. Ama tüm bunların arkasında devasa askeri güçleri yer alıyor.
Dünyanın en büyük nükleer ve öteki silahlar gücü olan ABD’nin emperyalist dış politikasının temeli militarizm, doğrudan ve dolaylı silahlı müdahaleler, işgal ve saldırılardır. ABD ekonomisinin bel kemiği olan silahlanma aynı zamanda çılgınca silahlanmakta olan irili ufaklı devletler üzerinde kontrol ve denetleme mekanizmasıdır.
Amerika’nın askeri stratejisi, mucidi Mareşal Moltke olan “önleyici savaş” dokrinine dayanıyor. Amaç: Amerika çıkarlarına tehdit oluşturan reel ya da muhtemel güçlerin önünü kesmek; kontrol edemediği güçleri hizaya getirmek, kontrolü altındaki güçlerin denetim dışına çıkmasını önlemektir. Bu çerçevede Amerikan “dostu” krallar, despotlar, diktatörler “hür dünya”nın müttefiki; böyle olmayanlar “haydut devlet” ya da “şer devleti“ sınıfındadır. Burada “demokrasi, insan hakları, özgürlükler, adalet, ulusal çıkarlar” Amerikan müdahaleciliğinin bahaneleridir. ABD tüm dünyaya gericilik, zehir ve yıkım götüren bir savaş makinası; yıkıcı güçtür. Dünya halklarının baş düşmanıdır. ABD imparatorluğu bir korku imparatorluğudur; dünyadan korkan ve dünyaya korku salan bir imparatorluk. Hegemonyasının dayandığı psikolojik zemin Korku’dur. Hollywod film endüstrisinin ürettiği filmlerin çoğunu korku ve şiddetin egemen olduğu ürünler oluşturmaktadır.
ALLAHIN SEÇİLMİŞ ULUSU ”ABD ULUSU”
Emperyalizmin ideolojisi her yerde birbirinin aynıdır. Alman; İngiliz, Fransız, Amerikan emperyalist ideolojisi ile Türk, İran, Rus, Japon, İsrail vs. emperyalist ideolojisi birbirine benzer tezleri savunurlar. Bu tezlerden biri “seçilmiş ulus” tezidir. Her emperyalist, kendisinin “Tanrı’nın seçilmiş ulusu” olduğuna inanır. Hrıstiyanlıkta ve Yahudilikte referans kaynağı Kitab-ı Mukaddes’tir. Tevrat’ta geçen Seçkin Ulus tabirine göre Yahudiler Tanrı’nın seçilmiş ulusudur ve kuzey’de Fırat ve Dicle’nin kaynaklarından güney’de Sina yarımadasına, doğuda Basra Körfezi’nden batıda Akdeniz’e kadar olan topraklar Rab tarafından İsrailoğullarına vaad edilmiş kutsal topraklardır.
Konuyu uzatmadan Amerikan emperyalist ideolojisinin Amerikan edebiyatına nasıl yansıdığını gösteren bir örnek aktarmak istiyorum. ABD emperyalizminin henüz olgunlaşmakta olduğu 19. Yüzyıl’a ait bir romandan aktardığım bu satırlar Amerikalıların kendilerini “dünyaya egemen olmaları için Allah tarafından seçilmiş ulus” olarak gördüklerini yansıtıyor:
Herman Melville 1850’de şöyle diyordu:
“Kölelikten kurtulan İsrail, eski zamanlarda, Mısırlıların yolunu izlemedi. Ona özel bir tanrısal vahiy iletildi; ona güneşin altında yeni şeyler tevdi edildi. Ve biz Amerikalılar özel olarak seçilmiş bir halkız. Zamanımızın İsrail’iyiz. Dünya özgürlüklerinin On Emir mushafını biz taşıyoruz. Yetmiş yıl önce esirlikten kurtulduk; ve ilk-doğan hakkımızdan başka -değil mi ki yer anakaralarından biri bizimdir zaten- Tanrı bize geleceğin mirası olarak politik Paganların engin alanlarını verdi; onlar halen geliyorlar ve kanlı elleri havaya kaldırmak zorunda kalmadan, bizim On Emir mushafımızın gölgesinde yere kapanıyorlar. Tanrı önceden karar verdi, insanlık bizim kabilemizden çok şeyler bekliyor; ve biz büyük şeylerin ruhumuzda devindiğini hissediyoruz. Arta kalan uluslar eninde sonunda arkamızdan gelmek zorundadırlar. Biz dünyanın öncüsüyüz; bizim olan bu Yeni Dünya üzerinde, denenmemiş şeylerin vahşi doğasını katederek bir yol açmaya yollanmış olan avandgardlarız. Gücümüz gençliğimize içkindir; bilgeliğimiz tecrübesizliğimize.” (Herman Melville: Weißjacke, Zürich 1948, S. 263ff.)
Amerikan emperyalist ideolojisinde yer tutan temel öncelik “Amerika Birleşik Devletleri’nin kalıcı uluslararası üstünlüğü„dür:
”ABD’nin üstün olmadığı bir dünya, Amerika’nın uluslararası ilişkileri şekillendirmede diğer ülkelerden daha fazla etki sahibi olmaya devam ettiği bir dünyaya göre, daha fazla şiddet ve düzensizlik içeren, daha az demokratik ve ekonomik büyümenin daha yavaş olduğu bir dünya olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri’nin kalıcı uluslararası üstünlüğü, Amerikalıların refahı ve özgürlüğü, demokrasinin, açık ekonomik sistemin ve uluslararası düzenin geleceği için temeldir.” [Samuel P. Huntington. ”Why International Primacyy Matters,” International Security (Bahar 1993): 83] Aktaran: Z. Brzezinski, BÜYÜK SATRANÇ TAHTASI
KÜRESEL AMERİKAN HEGEMONYASI’NIN SÜREKLİLİĞİNİ SAĞLAMAK
Yankiler kendilerini dünyanın küresel lideri ve vazgeçilmez ulusu sayarlar:
“Amerika’nın kasıtlı ya da isteğiyle vazgeçmesinin dışında, küresel liderliğinin görünür gelecekteki tek gerçek alternatifi uluslararası anarşidir. Bu açıdan, Başkan Clinton’un dediği gbi, Amerika’nın dünyanın vazgeçilmez ulusu olduğunu iddia etmek doğrudur.” (266-267) [Brzezinski)
Bu vazgeçilmez ulus ve küresel liderin yayılmacı stratejiler izlemesi doğal hak sayılmaktadır. Yanki ideolojisi Brzezinski’nin ağzından yayılmacı stratejiler için gerekli üç büyük önkoşulu da açıklıyor: gizli anlaşmaları önlemek, güdümlü devletlerin güvenlik açısından bağımlılıklarını devam ettirmek, tebaaları itaatkar kılmak, koruma altında tutmak ve barbarların bir araya gelmesini önlemek:
„Kısacası, Amerika Birleşik Devletleri için Avrasya stratejisi (Amerika’nın eşsiz küresel gücünün kısa vadeli korunması ve bunun uzun vadede kurumsallaştırılmış küresel bir işbirliğine dönüştürülmesi şeklinde, iki Amerikan çıkarını koruyarak), jeostratejik açıdan dinamik devletlerin amaca yönelik yönetimini ve jeopolitik olarak katalizör devletlerin dikkatle el altında tutulmasını içerir. Eski imparatorlukların acımasız çağlarını çağrıştıran bir terminolojiyle söylemek gerekirse, yayılmacı jeostratejilerin üç büyük önkoşulu, gizli anlaşmaları önlemek, güdümlü devletlerin güvenlik açısından bağımlılıklarını devam ettirmek, tebaaları itaatkar kılmak, koruma altında tutmak ve barbarların bir araya gelmesini önlemektir.” (Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, Amerika’nın Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2005, s. 62 – 63)
Muhtemel rakiplerin önlerinin kesilmesi ve bölgesel güçlerin yükselişinin yönlendirilmesi Amerikan stratejilerinde baş sıralarda yer alır:
“Amerika’nın öngörülmeyen gücü zamanla azalacağı, Amerika’nın küresel etkinliğini tehdit etmeye başlayacağı için bölgesel güçlerin yükselişini yönlendirmeye öncelik verilmelidir.” (270)
“En acil görev, bir devletin ya da devletler birliğinin Amerika Birleşik Devletleri’ni Avrasya’dan atma ya da hatta başhakemlik rolünü önemli ölçüde azaltma kapasitesini elde etmemesini sağlamaktır. … Demokratik Amerika’nın, tek bir gücün bölgesel egemenliğini önlemek amacıyla, sürekli olarak, Amerikan askeri kaynaklarının desteğiyle Avrasya’yı zor, yıpratıcı ve masraflı olan, yönlendirme ve manevrayla idare etmeyi istemesi olası değildir. Bu nedenle, birinci dönem, yayılmacı olmayan diğerlerini, meydan okumanın bedellerini yükselterek ve hayati çıkarlarını tehdit ederek, meydan okumaktan caydıran Amerikan hegemonyasının önderliğinde mantıklı ve kurnaz biçimde ikinci döneme götürmelidir.” (Büyük Satranç Tahtası, Amerika’nın Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2005, sf. 271)
Bu satırların yazan Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası adlı kitabında Amerika’nın dünya egemenliğinin kilidini Avrasya olarak belirliyordu:
„Avrasya, üstünde küresel üstünlük mücadelesinin sürdürülebileceği satranç tahtasıdır.” Zbigniew Brzezinski, s. 52 – 53
Bunun nedeni Avrasya’nın sahip olduğu muazzam doğal kaynaklardır.
“Önümüzdeki yirmi otuz yıl içerisinde dünyanın enerji tüketimi çok büyük ölçüde artacaktır. … Tüketimdeki bu artış en belirgin olarak Uzakdoğu’da olacaktır. Asya’nın ekonomik gelişiminin momentumu şimdiden yeni enerji kaynaklarının araştırılması ve işlenmesi yönünde büyük bir baskı yaratmıştır. Orta Asya bölgesi ve Hazar Havzası, Kuveyt, Meksika Körfezi veya Kuzey Denizi’ndekileri kat kat gölgede bırakan büyüklükte doğalgaz ve petrol rezervlerine sahiptir.
Bu kaynaklara ulaşmak ve sundukları zenginliği paylaşmak ulusal hırsları, tüzel çıkarları harekete geçirir, tarihi iddiaların ateşini yeniden yakar, yayılmacı duyguları canlandırır ve uluslararası rekebeti tutuşturur. Bölgede hem güç boşluğu hem de istikrarsızlık olması, durumu daha da belirsiz kılar. Bölgedeki ülkelerin her birinin iç sorunları vardır, her birinin komşuları üzerinde hak iddia ettiği ya da etnik karışıklıkların bulunduğu sınırları vardır. Pek azı ulusal olarak tek kimliklidir. Bazıları halihazırda toprak talepleriyle ilgili olarak veya etnik ve dini çatışmalar yüzünden karışıktır.” (age., s. 176-177)
Özellikle doğal enerji kaynakları özel bir ilgi odağıdır. Bunun sebebi sadece Amerikan ihtiyaçlarının kolay ve ucuza temini değil; muhtemel rakiplerin bu kaynaklara erişiminin önlenmesi ve denetim altında tutulmasıdır.
Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Aralık 2000’de hazırladığı, ‘2015’e Kadarki Küresel Eğilimler’ başlıklı Rapor’unun ‘Doğal Enerji Kaynakları’ bölümünde şunları okuyoruz: “Enerji kullanıcılarınca en fazla tüketim artışı Asya’da bekleniyor, özellikle de Çin’de ve daha az oranda da Hindistan’da. Bu suretle Kuzey Amerika baş tüketiciler alanından dışarıya itiliyor ki bu, tüm dünya ihtiyaçlarının yarısından daha fazlası anlamına geliyor. 2015 yılına doğru İran Körfezi civarında çıkarılan petrolün sadece onda biri Batı pazarlarına ulaşacak. 4/5’i Asya’ya gidecek…” (Leonid İvaşov, Küresel Bir Provokasyon, Unsere Zeit, 6 Kasım 2001, sayı 44)
Demek ki Çin ve Hindistan’ın bu kaynaklara rahatça erişimini sınırlandırmak; 4/5’i Asya pazarlarına akacak olan petrol vanalarının ve nakil hatlarının kontrolünü elde tutmak büyük önem taşımaktadır. Brzezinski kitabında jeostratejik oyuncu ve jeostratejik eksenleri şöyle tanımlıyor:
“Mevcut küresel koşullarda, Avrasya’nın yeni jeopolitik haritasında kilit önemdeki en az beş jeostratejik oyuncu ile (son ikisi kısmen oyuncu olarak nitelendirilebilecek) beş jeopolitik eksen belirlenebilir. Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Hindistan büyük ve etkin oyunculardır; öte yandan, İngiltere, Japonya ve Endonezya çok önemli ülkeler olmakla birlikte bu şekilde nitelendirilemezler. Ukrayna, Azerbaycan, Güney Kore, Türkiye ve İran kritik olarak önemli jeopolitik eksen rolünü oynarlarken, Türkiye ve İran’ın her ikisi de bir ölçüde, daha sınırlı kapasiteleri dahilinde aynı zamanda jeostratejik olarak da etkindirler.” (Brzezinski, age., s. 65)
Arkasından ABD’nin emperyalist politikalarının temellerini koyuyor:
“Her ne kadar bölgenin uzağında bulunsa da, Amerika Birleşik Devletleri, Sovyet sonrası Avrasya’daki jeopolitik çoğulluğun korunmasında çıkarı olduğu için arka planda gittikçe belirginleşmektedir. Dolaylı bir oyuncu olsa bile, hem bölgenin kaynaklarını ortaya çıkarmakla hem de Rusya’nın jeopolitik bölgede tek başına egemen olmasını engellemekle açıkça ilgilenmektedir. Amerika böyle yaparak, sadece Avrasya’daki hedeflerini genişletmeyi sürdürmekle kalmayıp, Avrupa’nın ve Uzak Doğu’nun yanısıra, şimdiye kadar kapalı kalmış bu alanda da sınırsız kullanım hakkında artan ekonomik çıkarları adına da hareket etmektedir.
Böylece, bu muammadaki çıkarlar, jeopolitik güç, büyük zenginliklere ulaşma, milli ve dini misyonları yerine getirme ve güvenliktir. Ancak, mücadele özellikle ulaşıma odaklanmıştır. Sovyetler Birliği’nin yıkılışına kadar bölge Moskova’nın tekelinde kalmıştır. Bütün demiryolları, gaz ve eski boru hatları ve hatta hava ulaşımı merkezden idare edilmektedir. Rus jeopolitikacıları böyle kalmasını tercih edeceklerdir. Çünkü bilmektedirler ki bölgeye ulaşımı denetleyen veya ulaşımın hakimi olan jeopolitik ve ekonomik ödülü kazanması en muhtemel olandır.
Boru hattı mevzusunun Hazar Denizi havzası ve Orta Asya’nın geleceğinde bu kadar temel hale gelmesinin sebebi de bu düşüncedir. Eğerbölgedeki ana boru hatları Rusya’dan geçip çıkışları Karadeniz’de Novorossiysk’te olmaya devam ederse, bu durumun politik sonucu, Ruslarınaçık güç oyunları olmadan da büyük nüfuz sahibi olmalarıdır. Bölgenin yeni zenginliklerinin nasıl paylaşılacağı konusunda karar vermede Moskova’nın önemli bir konumu olacak, bölge siyasi olarak bağımlı kalacaktır. Bunun tersine, eğer Hazar Denizi’nden Azerbaycan’a ve Türkiye’den Akdeniz’e ulaşan başka bir boru hattı da geçerse ve başka bir hat da Afganistan’dan Arap Denizi’ne ulaşırsa, ulaşımda tek bir gücün tekeli olmayacaktır.” (s. 195-196)
Bu satırlardan sonra şunları okuyoruz:
“Amerika Birleşik Devletleri’nin, Avrasya’nın tümü için bütünleşmiş, kapsamlı ve uzun vadeli bir jeostrateji oluşturmasının ve uygulamasının zamanı gelmiştir. Bu gereklilik iki temel gerçekliğin karşılıklı etkileşiminden ortaya çıkmaktadır: Amerika şimdi tek süpergüçtür ve Avrasya da yerkürenin merkez arenasıdır. Bundan dolayı, Avrasya kıtasındaki güç dağılımında olanlar, Amerika’nın küresel üstünlüğü ve tarihi mirası için şüphesiz ki önemli olacaktır.
Amerika’nın küresel üstünlüğü, genişliği ve nitelikleri açısından benzersizdir. Amerikan demokratik sisteminin birçok özelliğini yansıtan yeni tarz bir hegemonyadır; çoğulcu, geçirgen ve esnektir. Bir yüzyıldan az bir süre içinde elde edilen bu hegemonyanın birincil jeopolitik ortaya konuşu, küresel güç için yarışan daha önceki yarışçıların çıkış noktası olan Avrasya’da öngörülmemiş rolüile olmuştur. Amerika şimdi Avrasya’nın başhakemidir. Önemli hiçbir Avrasya sorunu Amerika’nın katılımı olmaksızın ya da Amerikan çıkarlarının tersine çözülemez.” (265 – 266)
“Bu bağlamda, bir süre daha, en azından bir nesil daha, hiçbir gücün Amerika’nın dünyanın birinci gücü olma konumuyla tek başına rekabet etmesi olası değildir. Hiçbir ulus-devletin, gücün, toplamda küresel siyasi etkiyi üreten dört boyutunda (askeri, ekonomik, teknolojik ve kültürel) Amerika’ya denk olması olası değildir.“ (266-267)
“Gerekli politika için çıkış noktası, halen dünya meselelerinin jeopolitik durumunu belirleyen öngörülmemiş üç koşulun kararlı ve değişmez kabülü olmalıdır: Tarihte ilk kez 1) tek bir devlet gerçek küresel güçtür, 2) Avrasyalı olmayan bir devlet küresel önderdir, 3) yerkürenin merkezi arenası Avrasya’ya Avrasyalı olmayan bir güç egemendir.” (269)
PETROL’ÜN ROLÜ
Amerikan hegemonyası son tahlilde doğal kaynaklar üzerindeki denetime indirgenebilir. Askeri, siyasi, teknolojik tüm gücü hem bu egemenliğe dayanmakta, hem bu egemenliği gereksinmekte, hem de bu egemenliği güvenceye almaya odaklanmaktadır. Bu kaynaklardan en önemlisi petroldür.
“Amerika, petrole hakim ülkelerin ekonomik ve siyasal güç olacakları gerçeğini Birinci Dünya Savaşı’yla anladığından, Mayıs 1919’da tüm dış temsilciliklerine bulundukları ülkelerin petrol kaynaklarını ve bu petrol üzerindeki denetim durumları ile ABD’nin bu ülkelerdeki üretimlerden yararlanma olanaklarının araştırılmasını istedi. ABD, Fransa ve İngiltere, petrol ve kapitülasyonlar konusunda, ”Manda“ altında bulunan ülkelerde ABD’ye ”açık kapı“ bırakılması ve kapitülasyonların ABD’nin izni olmadan kaldırılmaması esaslarında anlaştılar. ABD bu tarihte henüz Orta Doğu’ya doğrudan karışabilecek durumda değildi. Çıkarlarını ancak Avrupa Devletleri üzerinde genel bir baskı ve onların kanalıyla sağlamaya çalışıyordu. Ayrıca Amerikan yönetiminin Monroe Doktrini’ne uygun olarak Avrupa sorunlarından kendini soyutlaması, İngiltere ve Fransa’yı Orta Doğu’da İkinci Dünya Savaşı’na kadar rakipsiz bırakmıştı. Bu iki geleneksel sömürgeci ülke bu koşullar ışığında Orta Doğu’yu istedikleri gibi paylaşabilmek olanağına sahip oldular.” ABD’nin Petro Stratejisi, Ali KÜLEBİ
Vaktiyle Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirilen Carter doktrini’nin özü “petrol ve doğal gaz“alanlarını her ne pahasına olursa olsun kontrol altında tutma stratejisiydi. Amerikan başkanı Carter şöyle diyordu:
“Herkes bizim ne yapabileceğimizi açıkça anlamalıdır: Arap Körfezi’ni denetim altına almak için girişilecek her türlü yabancı askeri hareket Amerika Birleşik Devletleri’nin yüksek çıkarlarına karşı girişilmiş hareket kabul edilecektir. Bunlara askeri müdahaleler dahil, her türlü yolla karşılık verilecektir.” (Servan – Schreiber, Dünya Meydan Okuyor)
“1980’de Amerikan Genelkurmayı’nın düzenlediği, tamamlanması 18 ay süren ve çok değerli bir belge niteliği kazanan ‘Arap Körfezi’ndeki Kapasiteler ve Seçenekler’ adlı raporu basında yayınlandı. Bu incelemenin hazırlanmasında, takip edilmesinde ve son aşamada kaleme alınmasındaki sorumluluğu Pentagon Planlama Servisi’ndeki yöneticilerden M. Paul Wolfowitz yüklenmişti.” (Schreiber, syf 102)
Wolfowitz Arap petrolleri uğruna taktik nükleer silahların kullanılmasını öneriyordu:
“Arap Körfezi’nde askeri bir operasyonla karşı karşıya gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin kullanabileceği en önemli seçenek; nükleer taktik silahların kullanılmasını zorunlu hale getirecek durumları ortaya çıkarabilmektir.” ((Servan – Schreiber, Dünya Meydan Okuyor), syf 102)
AMERİKAN HEGEMONYASININ TEMEL ÜSSÜ: BATI YARIKÜRESİ
Batı yarıküresi [özellikle Amerika kıtası] Yanki emperyalizminin ana üssüdür. İngiliz egemenliğinden kurtulmalarının üzerinden yüz yıl geçmeden ABD’liler kendilerini Atlantiğin, iki Amerika kıtasının ve Pasifik’in sahibi saydılar. Alaska’yı Rus çarından satın aldılar, Meksika’ya ait toprakların kimini satın aldı, kimini zapt ettiler, Kanada topraklarının bir kısmını kendilerine kattılar.
Yankiler başkanları Monroe’nün ağzından 1823’te Atlantiğin Batı yakasını, Amerika kıtasının tümünü ve Pasifik’i kendi hayat alanları ilan eden doktrini ve dünyanın her tarafına Amerikan malları satma hakkını mahfuz tutan ‘açık kapı’ politikasını belirlediler.
Bu andan itibaren Amerika kıtasının, özellikle Latin Amerika’nın lanetli kaderini ellerinde tuttular.
Amerika kıtası ABD için öteki emperyalistlerin kolay kolay erişemeyeceği müstahkem bir mevkiydi. Her iki dünya savaşı Amerika kıtasına bulaşmadı. Tam tersine her iki savaştan da kazançlı çıkan ABD oldu.
ABD Amerika kıtasının ham maddelerini yağmalama ve kendi mallarını kıtanın her tarafına dayatma hakkını kendinde tutarken bu hakları öteki emperyalistlere kapalı tuttu.
Amerika kıtasının Yankiler için taşıdığı tarihsel önem halen sürüyor. O yüzden ABD’nin Pasifik ve Avrasya stratejilerinin başarısı Yankilerin kendi arka bahçelerindeki egemenliklerini korumalarına, bu alana başkalarını sızdırmamalarına, bu alandaki devletlerin bağımsız hareket edecek, Yankilerden bağımsız davranabilecek bir güce erişmemeleri önkoşuluna dayanıyor.
ÇÜRÜYEN KAPİTALİZM HER YERDE GERİCİLİK ÜRETİYOR
Devrimci koşulların oluştuğu, ancak bu koşulları sosyal devrime taşıyacak devrimci güçlerin cılız kaldığı durumların dolaysız sonucu gericilik ve çürümedir. Emperyalizm’in “bir geçiş kapitalizmi, daha doğrusu cançekişen bir kapitalizm” [Lenin] olduğu, gücünün doruğunda bulunduğu bugün daha net ortaya çıkıyor.
Lenin emperyalizmin eşitsiz gelişme kanununa dikkat çekiyor, onu asalak ve çürümüş kapitalizm olarak tanımlıyordu. Ancak bu çürüme eğiliminin kapitalizmin gelişmesini engellemeyeceğini de hatırlatıyordu:
“Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesinde kendini özellikle göstermektedir.” [Lenin, Emperyalizm] Çürüyen kapitalizmin hızlı gelişmesi paradoks olarak görünebilir. Ama kapitalizm paradokslar sistemidir. Bir yandan kendi yarattıkları dahil, eski üretici güçleri ve üretim ilişkilerini tahrip eder ve yıkarken; diğer yandan kapitalist sömürü ve yağmaya yeni alanlar açar. O yüzden kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini sanmak yanlıştır. Kapitalizmi çökertecek toplumsal güçler bu sistemi yıkma eylemine girişmedikçe sistem ayakta kalmaya devam edecektir.
İçinde yaşadığımız süreç devrimci güçlerin olgunlaşmasını sürdürdüğü bir geçiş sürecidir. Bu süreçte şu an baskın olan siyasal güçler gerici, faşist, dinci, ırkçı güçlerdir. Kapitalist emperyalist dünyanın iktidardaki ve muhalefetteki bellibaşlı siyasal figürleri seçilmiş diktatörler, askeri ya da sivil darbeci başkanlar, güya “seçilmiş” faşist-dinci kırması liderlerdir. Erdoğan, Putin, Orban, Bolsonaro, Macron, Merkel, Trump, Sisi, Netanyahu, Hameney, Modi, İmran Han, Boris Johnson, Salman Ibn Abdül Aziz, Esad ve daha pek çok muktedir ve bir çok ülkede daha şimdiden kendi parlamentolarında birinci, ikinci, üçüncü partiler olarak ya iktidar ortağı olan ya da iktidar sıralarının gelmesini bekleyen liderler burjuva siyasetinin çürümesinin somut göstergesidir.
Kapitalist dünyanın siyasal gerçeği, burjuva demokrasisinin iflasıdır. Bu iflas derinleştikçe yığınlarda iki karşıt eğilim gelişmektedir: Bir tarafta “güçlü devlet” arayışları artmakta; yığınların geri unsurlarını demagog ve popülist diktatörler cezbetmekte, peşlerinden sürüklemekte; öte yandan yığınların daha ileri kesimleri arasında demokratik özlemler ve talepler doğrultusunda güçlü bir eğilim oluşmaktadır.
“Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal haline getirir — ama aynı zamanda kapitalizm, yığınlarda demokratik esinler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır, emperyalizmin demokrasiyi yadsıyışıyla demokrasi için yığınsal savaşım arasındaki çatışmayı şiddetlendirir.”[Marxizmin Bir Karikatürü] KOMÜNİZM HAYALETİ CANLANIYOR
1848 devrimlerinin patlamasından kısa süre önce yayınlanan Komünist Manifesto “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti”sözleriyle başlıyordu. Bir kaç hafta sonra kıtayı baştanbaşa saran Şubat devrimleri patlak verdi.
90’lı yılların başında “Tarihin Sonu”nu ve kapitalizmin mutlak zaferini ilan eden burjuvazinin akıl hocaları artık kapitalizmin sürdürülebilirliğinden kuşkuyla söz ediyorlar. Dünyada komünizm ve sol akımlar 90’ların yenilgi psikozunu üzerlerinden atıyor ve yeniden toparlanıyor. Bayraklarından orak-çekiç simgelerini, yazınlarından leninizmi atan partilerin bazıları tekrar devrimci özlerine dönüyor. İspanya ve İtalya Komünist Partileri son kongrelerinde oportünist politikalara veda ettiler.
Sosyalizmin yeniden güncellik kazanması burjuva siyasetini de etkiliyor. İngiltere’de ve ABD’de “sosyalist” söylemli politikacıların sempati toplaması rastlantı değil. Latin Amerika’da, Akdeniz’e kıyı Avrupa ülkelerinde popülist sol partilerin öne çıkması da benzer etkenlerden kaynaklanıyor. Azgın kapitalist sömürü ve toplumsal yıkımın bunalttığı kitleler alternatif arıyor. Dünya çapında devrimci durum olgunlaşıyor ve kitlesel patlamalar dahil, değişik biçimlerde tezahür ediyor.
KENDİLİĞİNDEN HALK AYAKLANMALARI
Son on yıl içinde Tunus’tan Cezayir’e, Libya’ya, Bahreyn’e, Yemen’e, Mısır’a, Lübnan’a, Suriye’ye kadar uzanan geniş Arap aleminde Arap Baharı’na tanık olduk. „Arap Baharı” hareketin devrimci önderlikten yoksun olması nedeniyle devrimci değişime yol açmadı. Kimi ülkeler emperyalist müdahaleler yüzünden kanlı iç savaşların içine sürüklendi. Bu savaşlar “vekâlet savaşları”na dönüştü. „Arap Baharı” neticede kışa dönüştü.
Yakın zamanda Sudan’da gerçekleşen halk ayaklanmasında komünistler etkin yer aldı. Ancak Sudan devriminin geleceği henüz belirsiz. Şu anda ise İran’dan Irak’a, Hong Kong’dan Şili’ye, Arjantin’den Peru’ya, Lübnan’dan Etyopya’ya, Fransa’dan Katalonya’ya kadar pek çok ülkede kitleler ayaklanmış durumda.
Halklar aş, iş, özgürlük, demokrasi, adalet, eşitlik istiyor.
Bu istemler ve ayaklanmaların içeriği henüz kapitalizmi temelden yıkmayı hedeflemiyor. Burjuva çerçeveyle sınırlı kalıyor. Fakat burjuva düzen, burjuva çerçevede kalan taleplere bile yanıt veremiyor. Bir yılı aşkın süredir devam edegelen Sarı Yelekliler eylemlerinin kanıtladığı gibi kapitalizmin anayurtlarında dahi burjuvazi kendi yurttaşlarına asgari haklar sağlamaktan acizdir.
Toplumsal hareketlerin sosyal tabanı orta sınıflardan, küçük burjuvaziden kadınlara ve gençlere, özgürlük isteyen baskı altındaki halklara ve dini ve ulusal azınlıklara, çevrecilerden marijinal gruplara kadar çeşitlilik gösteriyor. Bütün bunların burjuva düzeni yıkacak ve sosyalist bir toplum kuracak bir hedefe yönelmesi için proleteryanın devrimci sınıf hareketinin öncülüğü gerekiyor.
Samet Erdoğdu
07:01:2020

Diğer Başlıklar

SEҪİMLER VE GERҪEKLER! HAMİT BALDEMİR

SEҪİMLER VE GERҪEKLER! Gerek ulusal mücadelede ve gerekse sosyal mücadelede devrimciler legaliteyi her zaman olanaklar …

30.YILINDA MADIMAK KATLİAMININ UNUTMADIK! XETA SOR

Yılında Madımak Katliamını Unutmadık! 2 Temmuz 1993, TC devletinin katliamlar serisine bir yenisinin eklendiği, kara …

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-6- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN Bitmiyor Ölümlerimiz! Ağlamak nedir, gözyaşı ne ola? Ya da kuruması …

FIRSAT KARGALARI! Samet ERDOĞDU

FIRSAT KARGALARI 10 sene önce politik meteorolojide benim hava tahmini göstergem Öcalan idi. Ona bakarak …