Cuma , 19 Nisan 2024
Home / Kültür Sanat / BESNİ NEREE BEYRUT NERE – Kemal Bilget

BESNİ NEREE BEYRUT NERE – Kemal Bilget

(1915’den 1982’ye)

Bizim Besni Türklerinin kendilerine özgü bir ağızları vardır. Her Besnili ve Besni merkezden etkilenmeli Gölbaşı ve Tut yöresi Türkleri de yaklaşık Besni ağzıyla Türkçeyi konuşurlar. Örneğin; “EKMEK” sözcüğündeki ikinci “e” yayvan söylenir. Sözcüğün sonundaki “k” ise biraz yumuşatılır, “k”ile “g” arası bir sese dönüştürülür. Üçüncü tekil şahıs iyelik (sahiplik) ekindeki, “-nin ve -nın”ın birinci “n”si yerine “y” sesi konup “-yin, -yın” yapılır. Kimi sözcüklerdeki “n” sesi pek anlaşılmaz. “N” ve “g” karışımı bir sestir. Örneğin “Bana ne” derken “Bana” sözcüğünün “n”si “g”ye yakın bir sesle söylenir.

Çok genel olarak Besni Türkçesi Antep’in Oğuzeli, Yavuzeli ve Barak Türklerinin ağzını çağrıştırır. Ama bire bir aynı değildir. Kısmen Malatya yöresinde yaşayan Türklerle de söyleyiş benzerlikleri vardır. Ama Besnililerin konuşma şeklini iyi bilen dikkatli birisi bir Besniliyi konuşmasından hemen tanır.

Bir örnek: Yaşlı Besnililer “Çırak” demezler. Çırak yerine “Şakirt” sözcüğünün Besnilileştirilmiş şekli olan “Şahert”i kullanırlar. Bu sözcükteki “h” gırtlaktan ve oldukça yayvan seslendirilir.

Fakat “Şahert” Türkçe olmadığı gibi Besni Türklerine ait de değildir. Onlara Besni Ermenileri öğretmiştir bu sözcüğü. Tıpkı birçok “Zanaat” öğrettikleri gibi.

Benim de Ermenice olduğunu bilmeden öğrendiğim ilk Ermenice sözcük “Şahert”tir. Bu sözcüğü ilk kaç yaşımda duyduğumu bilmiyorum. İlk tanıdığım ve yine Ermeni olduğunu bilmediğim Kalaycı Kâmil ustadan duyduğumu biliyorum ama.

1982 ilk yazında bir yoldaşımdan beni derinden sarsan bir Beyrut anısı dinlemiştim. Beyrut anısı dinlememin üzerinden yaklaşık on yıl geçti. Ama ben bu on yıl boyunca dinlediğim Beyrut öyküsünün bende çağrıştırdığı iki insanı hep olmasa da sık sık andım hayal dünyamda. Birisi bizim çocukluğumuzun kalaycı Kâmil ustasıydı, diğeri 70’li yılların Besni şaherdi demek olan insanlardan birisi saydığım Kalaycı Halil yoldaşımdı.

Kâmil ustanın yaşayıp yaşamadığını, yaşıyorsa nerede yaşadığını bilmiyordum. Bizim kuşağın onurlarından birisi olan Halil ise hapisteydi önceleri. Sonra benim cezaevi yaşamım başladı ve benim iple çektiğim Halil’le görüşme günü 1992’ye sarktı.

Halil yoldaşımla 14 yıllık özlemle kucaklaştığımız anı kalıcılaştırmayı düşünmediğim için hep kendimi ayıplarım.

İkimiz iki gün boyunca abartısız üç- beş roman olacak genişlik ve derinlikte sohbetler eyledik. Halil’le o zaman uzattığımız sözü burada uzatmayayım. Anlaşılacağı gibi ortak sohbet konularımızdan birisi de kalaycı Kâmil ustaydı.

-Halilciğim, Kâmil ustayı tanıdığından eminim de, ne kadar tanıyorsun? diye sordum ona.

-Tanımaz olurmuyum, bizim mesleğin buradaki PİRİDİR Kâmil usta. Ben onun ŞAHERDİYİM. Epeyce olmuş İstanbul’a göç edeli. Şu an yaşıyor mu, bilmiyorum.

-Ermeni kökenli bir Besnili olduğunu biliyorsun değil mi? oldu ikinci sorum.

-Elbette biliyorum. Besni yerlisi herkesler de bilirler. De ben, bu soruların nedenini ve varmak istediği yeri merak ettim, diye karşı soru sorunca Halil, ben de ona aşağıda anlatacağım yaşanmış öyküyü özetledim. Ve ekledim:

-Kamil usta Kalaycıyanlardan mıdır sence?

Çok düşündü Halil. Mimiklerinden işin içerisinden çıkamamışların tavrı dışa yansıyordu. Düşündü düşündü ve ekledi:

-Olabilir. Ermeniliğini ve geçmişini pek anlatmazdı. Hatta hiç anlatmazdı denilebilir. Benim aklımda kalansa şu: Ustam işe soyadavranan şahertlerine tatlı sert kızarken hep “Benim gibi yaşlı dölümüsünüz” derdi. Bu sözün anlatılanlarla bir ilgisi var sanırım. Emin değilim ama. Fakat şunu söyleyeyim yoldaşıma: Kâmil usta örneği az bulunan düzgün insanlardan birisiydi.

Kâmil usta hakkında söze –sohbete diğer eklediklerimizi yeri olmadığı için buraya eklemeyeyim. Anlatıma ise Kâmil ustayla devam edelim.

Ben 1950’li ve 60’lı yıllarda tanıdığım kalaycı Kâmil ustanın kılıç ve sürgün “artıklarından” olduğunu elbette bilemezdim. Çocukluk anıları olarak aklımda kalanların bazılarını sıralayayım: İnce, zayıf ve orta boyluydu. 1960 başlarında sanırım 40 yaşlarındaydı. Kömür ocağının başındaki çalışmalarını izlemekten zevk aldığımı hatırlıyorum. Öyle hünerli ve çevik elleri vardı ki, hayranlıkla izlerdim o’nu. Orta boy kazanları öyle hızlı çevirirdi ki, elindeki maşayı öyle maharetle kullanırdı ki, hızını gözle izlemekte bile zorlanırdı insan.

Her yıl bir kez gelirdi köyümüze ve tüm köyün kap-kacağını kalaylayıp bitirir giderdi. Kimsenin kalbini kırmaz, para yerine kim ne verirse onu alır, parası ve verecek ürünü olmayanın borcunu defterine yazardı. İşçilik ücretini çoğunlukla kendisi değil, bizim köylüler belirlerdi.

Çocuklukta ilk tanıdığım Ermeni, kalaycı Kâmil usta, ilk öğrendiğim Ermenice sözcük “şakirt”ti. Ama, hemen hemen aynı yıllarda yaşlılardan 1914 ve 1915 yıllarına dair Ermeni öyküleri çok dinlemiştim. Örneğin “kurşun, özellikle barut az bulunduğundan ve pahalı olduğundan Ermenileri tüfekle vurmak yerine kılıçla keserlerdi” derlerdi. Çocukça sorduğumuz “Niye keserlerdi? Suçları neydi?” gibi sorularımızın tek yanıtı vardı: “Gâvurdu onlar”. Ek sorular işe yaramazdı. “Gâvur” sözcüğü yeterli yanıt sayılırdı. Sanırım giderek ben ve benim gibiler de “gâvur” sözcüğünü ve bununla anlatılmak isteneni içselleştirdik. “Gâvur” olanın öldürülmeyi hak ettiği düşüncesi çocuk kafalarımıza nakşedildi. Niyesiz, niçinsiz…

Çocukluktan ve Besni’den kalma bir Ermeni öyküsü vardı ki belleğimde; bana hep küçücük boylu, yarı kamburlaşmış, yüzleri kırış kırış yaşlı nineleri anımsatır. Anımsatmakla kalmaz yalnızca; insanlığımdan da utandırır beni. Çocukluğumda birçok yaşlıdan dinlemiştim bu yaşlı nine öyküsünü:

Devletin Ermenileri sürgün kararı Besni’de yaşayan tüm Ermenilere duyurulur. Zamanı ve toplanma yeri bildirilir. Hazırlıkların yapılması için kısa da bir süre verilir.

Sürgüne gidecek olanların içerisinde oldukça yaşlı ve kimsesiz bir nine de vardır. Yani ninelerden bir tanesi. Ölümüne yakın, doğduğu ve kamburlaşana kadar yaşadığı topraklarda ölme hakkkının kesin olarak elinden alındığını anlayan yaşlı kadın sürgün yolculuğu hazırlıklarına başlar. Yükte hafif, pahada ağır nesi varsa derleyip toplar. Topladıklarını iki heybeye yerleştirir.

İki heybe (kalın iple dokunmuş, hayvanın üzerine atmaya uygun şekilde dikilmiş, iki gözlü yük taşıma kabı) ve yaşı, yaşlı kadın için bir başka arayışı zorunlu kılar: Eşyasını yükleyeceği ve tüm yolculuk boyunca bineceği bir at veya katır gereklidir ona. Hemen koşar Besni hanlarına. Güçlü bir katırı olan ve o gün şehre gelmiş bulunan bir köylüyle karşılaşır. Derdini anlatır köylüye. Katırını ve dolayısı ile kendisini yolculuğu boyunca (Nizip’e kadar) kiralamak istediğini belirtir. Bu kiralamanın karşılığı neyse ödeyeceğini açıklar. Pazarlık yapılır ve anlaşma sağlanır.

Sürgünlerin toplanma yerine yaşlı kadın iki heybesini atıp, üstüne de kendisi binmiş olarak katırıyla gelir. Elbet yanında da katır sahibi… Göç başlar. İki gündüz bir gece yolculuk sürer. Yön Antep – Urfa arası ve hep Güneybatıya doğrudur. Sürgün Ermeni topluluğuna Besni beylerinin görevlendirdiği eli silahlı, beli kılıçlı insanlar refakat etmektedirler. Ne tam askerdir bunlar, ne de sivil. Besni’de devlet demek olan beylerin devlet adına görevlendirdiği görevlilerdir işte.

Yolculuk ikinci geceye dönerken, katırcı düşündüklerini eyleme döker. Bir gerekçe bulup topluluktan geride kalmayı başarır ve yaşlı Ermeni kadını katırın üstünden atar. Katırına bindiği gibi gerisin geri köyünün yolunu tutar. Elbet heybelerle birlikte…

Yaşlı kadının başına sonrasında neler geldi, öyküyü anlatanlar bunu bilmiyorlardı. Katırcının yaşamının o olaydan sonra nasıl değiştiğini ise biliyorlardı. Anlattıklarının özeti şuydu: “Katırcı çok olmasa da epeyce zengin oldu. Verimli tarlalar satın aldı. Öyle çok değil ama. Üç beş parça tarla. Anlaşılan heybeler hepten altın ve para dolu değilmiş”.

Bu öyküyü anlatatanların tavırları değişik değişikti. Kimileri öyküyü anlatırken yaşlı Ermeni kadına acıyarak anlatır, o’nun haksızlığa uğradığını, haksızlığı yapanın katırcı olduğunu ima ederlerdi; kimileri “Ben de katırcının yerinde olsam aynı şeyi yapardım”ı utangaçca seslendirirlerdi.

“Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur”muş. Besni neree, Beyrut nere! 67 yıl sonra ve Beyrut’ta, katırdan atılan Besnili yaşlı Ermeni kadının yol arkadaşıyla karşılaşmak… Hem de savaş ortamında… Üstelik hemşehrice… İçten ve dostça… Üstüne şeker serpilmiş Besni peynirli ekmeği ile… İçli köfte ve bağyaprağı sarmasıyla… Pekmezle kaynatılmış ayva reçeliyle… Bir yanda açlık, bir yanda tadına doyum olmaz el ürünü Besni yemekleri… Bir yanda tarih, bir yanda göz göze bugün (1982)… Suçlu ve suçsuz… Yaşlı ve genç… Kılıç ve ekmek… Eskiden olduğu gibi yine birlikte yaşam… Hem de günlerce ve bir Apartmanın bodrumunda… Serseri bir top mermisinin birlikte hedefi olmak ortak korkusuyla…

1982 yılıydı. Aylardan mayıs veya hazirandı. İyi anımsıyorum. Şam’daydık. Bir sabah marşlarla uyandık. Tıpkı 12 Eylül 1980 sabahı gibi. Tüm Arap televizyonları marşlar çalıyorlardı. İsrail ordusu güneyden Lübnan topraklarına girmiş. Beyrut’a doğru ilerliyormuş. Filistin hedeflerini karadan ve havadan bombalıyormuş. İlk elden İsrail sınırına yakın Nebatiye kasabasını ele geçirmişler. Kürt asker ve devlet adamı Selahaddin Eyyubi’nin yaptırdığı ve o günlerde Filistin El-Fetih örgütünün askeri üssü olan Nebatiye’deki tarihi kale yerle bir edilmiş.

Nebatiye… Eyyubi Kalesi. Savaş kadar bizi ilgilendiren iki sözcük. O kalede yoldaşlarımız var. Şam’dan Lübnan’a yeni gittiler. Beş-on gün önce birlikteydik. Onlar şimdi savaşın tam ortasındaydılar. Kaçı Nebatiye’de, kaçı başka yerlerdeydi acaba, bilmiyoruz. Öldüler mi, sağlar mı, haber yok. Şam’dakiler toplandık. Neler yapabileceğimizi tartıştık ve sonuçta, bir Besnili, bir Hataylı ve bir İzmirli yoldaştan oluşan üç kişilik bir heyet oluşturduk. Bunlar Lübnan’a gidecek ve Lübnan’da bulunan 30 kadar yoldaşların akibetiyle ilgili araştırma yapıp bilgi toplayacaklardı.

Bizim heyetin yola çaktığı günün gecesinde İsrail kimsenin tahminleri arasında olmayanı yaptı ve Lübnan’ın başşehri Beyrut’u karadan ve denizden kuşattı. Ve Beyrut’u çok yoğun top ateşine tuttu. Kuşatma iki hafta sürdü.

Kuşatmadan önce Beyrut’a ulaşan bizim heyet, Beyrut’a varır varmaz kuşatmanın içinde kaldı ve sonuna kadar da Beyrut’tan çıkamadı.

Biz Şam’dakilere göre üç kişi daha ekledik risk altındakilere. Olasılıklar üzerine sohbetler ve endişeler günlerce sürdü. Bir yandan da savaş ve özellikle Kızıl Haç açıklamaları ayrıntıları bile kaçırılmadan dinlendi. İsrail’in esir listelerinin açıklandığı Kızıl Haç bültenlerinden öğrendik ki, kimi yoldaşlar esir düşmüşler. İsrail toplama kamplarındaymışlar. Çoğundan ise haber yoktu ilk zamanlar.

Üç kişilik heyet bombardıman altında bilgi toplayamadan döndü. Yoldaşlara ve yoldaşlarla ilgili bilgilere koşullar nedeniyle ulaşamamışlardı. Ama, iki haftalık Beyrut öykülerini üç ağızdan dinledik bizim heyetten.

Bizimkiler Beyrut’a varır varmaz sirenler çalmaya başlamış. Ardından da İsrail ordusunun top atışları. Tüm Beyrutlular sığınaklara kaçışırken, bizimkilerde en yakın apartmanın bodrumuna kendilerini atmışlar. Zar zor kendilerine oturacak yer bulmuşlar bodrumda. Apartmanda oturan herkes doluşmuş çünkü.

Siren sesleri kesildiğinde ve gündüzleri çıkabiliyorlarmış dışarıya.

Yoğunluktan olanak bulabilirlerse, kendilerine yiyecek birşeyler satın alıp, yine aynı bodrumun yolunu tutuyorlarmış. Geceleri ve özellikle Beyrut açıklarına yerleşmiş İsrail donanmasının bombardımanı daha yoğunmuş.

Nerdeyse 24 saat boyunca o apartmanın sakinleri ile hep birarada ve bodrumda kala kala herkes birbirini bilir ve tanır olmuş. Korkuyu, endişeyi, yardımlaşmayı ve zaman zaman ekmeği suyu birlikte paylaşmak, içten dostluklar yaratmış bodrumda. Bizimkilerin hesapsız dostluğu ve herkesin yardımına koşan tavır ve davranışları kendi lehlerine sıcak bir ortam yaratmış. Ama onlar da görüyor ve anlıyorlarmış ki, bu dostça ve sıcak hava herkesi kapsamadığı gibi, belli bir gerginlik içerisinde yaşanıyormuş.

İki hafta kadar süren bodrumdaki yaşam ağırlıklı Beyrut anılarını her üç yoldaştan da dinlerken; top atışlarının durduğu bir geceye ait anılar benim için en ilginç olanıydı. Kuşatmalı gecelerden birinde sirenler çalmamış. Sirenler çalmayınca apartman sakinleri de o gece bodruma inmemişler. Oteller ve merkezi yerler top atışlarının ilk hedefi olduğu için bizim yoldaşlar bildikleri bodrumdan ayrılmamışlar. Sessiz bir ortam, uzanacak kadar yer, altlarına serecekleri ve üstlerine örtecekleri birşeyler bulma şansı yakaladıkları o gece yatmaya hazırlanırlarken, bodrumun kapısı sessizce açılmış. Tıpkı bir hırsızın kapıdan eve girişi gibi. Altı göz iki göze bakmış, iki göz altı göze. Tanımışlar elbet birbirlerini. Bizimkiler biraz şaşırmış, günlerce kendilerine hiç yakınlık göstermeyen, hatta tek sözcük olsun konuşmayan yaşlı bir teyzeymiş gelen. Bodrum sakinleri içerisinde en yaşlı görüneni… Üstelik götürebildiği kadar kap kacak yüklenmiş olarak gelmiş. Elindekileri telaşla bizimkilerin önüne koyup, tek sözcük etmeden geri dönmüş. Bakışları ise kendi torunlarına bakan nine bakışıymış. Az sonra da yeni yükleriyle birlikte geri gelmiş. Soluklandıktan sonra kendi elleriyle sofra bezini bodrum zeminine sermiş ve başlamış hazırlayıp getirdiği yiyecekleri sofraya dizmeye. İşi bitince ilk kez konuşmuş ve bir soru sormuş: “Sıcak su hazır, çay mı, kahve mi istersiniz:”

Yaşlı teyzenin ağzından dökülen sözcükler yazılış ve söyleniş olarak aynen böyleymiş: “Çay mı kahve mi istersiniz?” Bizimkilerde iki şey birbirine karışmış: Hayret, merak, anımsama bandını geri sarma telaşı ve “Siz Türk müsünüz?” soru tümcesi. Üç ağız birlikte sormuş bu soruyu. Üç meraklı yüz, altı soru dolu göz yönelmiş teyzeye. Teyze soruyu yanıtlamamış. Beklenen ağız dolusu “Türküüm” sözü yerine karşı soru gelmiş. Ama soru üç kişiye yönelik olmamış bu kez. Daha bir sevecen bakışlarla teyze tarafından süzülen bizim saç özürlü Besnili yoldaşa sorulmaktaymış.

İkinci soru da birinci soru kadar şaşırtmış yoldaşları. O bizimkine “Besnili misiniz oğlum?” diye sormaktaymış. Yanıtı beklemeden gerekçesini eklemiş: “Konuşmanız Besnililerin konuşmasına çok benziyor da…” Bizim Kel neredeyse küçük dilini yutacakmış. Gömü hazinesi bulmuş aç gibi sevinmiş. Kısa bir “Evet” yanıtıyla iki Besnili daha bir dostça ve içten bakışmışlar birbirlerine. Genç bizimki ellere, yaşlı bizimki yanaklara saldırmış. Kucaklaşmışlar. Başka söze gerek kalmadı demişler anlaşılan sessizce. Biri 67 yılın, biri 2 yılın Besni özlemini gidermek istercesine kucaklaşmayı uzatmış da uzatmışlar. İlk kendine gelen “Tecrübe” olmuş: “Soğutmayın yiyecekleri oğullarım.” uyarısını, “Siz yerken konuşuruz.” sözleri tamamlamış.

Beyrut gazileri aç kurtlar gibi özel hazırlanmış Besni yemeklerine saldırmışlar. İşe yaramış olmanın ve yemeklerinin beğenilmesinin tadı, teyze için pekmezle kaynatılıp yapılmış ayva reçelinin tadından daha bir güzelmiş anlaşılan ki, gözleri mutluluk doluymuş. İlk birkaç lokmadan sonra sözü teyze başlatmış.

“Sizlerden özür dilerim çocuklar. Bir haftayı aşkın bodrumda birlikte yaşıyoruz. Ben sizleri aranızda konuşurken hep dinliyordum. Türkiye’den geldiğinizi bu nedenle biliyordum. Aha bu oğlumun Besnili olduğundan da neredeyse emindim. Sizlerle bir an önce tanışmak isterdim. Ama beni bağışlayın. Sizler buranın yabancılarısınız. Bense 65 yıllık Beyrutluyum. Bizim apartmanda İsrail yanlısı Hıristiyanlar var. Maruni diyorlar bunlara. İsrail askeri yarın Beyrut’a girerse… Anlıyorsunuz değil mi beni? O yüzden işte… Bugüne kısmetmiş. Neyse tanıştık işte. Yeyin çocuklarım, karnınızı doyurun. Kaç gündür sıcak çorba içmediniz. Onun için size tarhana çorbası yaptım. Yeyin yavrularım.”

Bizim Kel son lokmasını yutup bu “yavrularım” sözü de bizim Besni’den. Analarımız, özellikle ninelerimiz çok söylerler bu sözü” demiş. Biraz da sözü Besni’ye getirmekmiş amacı. Amaç gerçekleşmiş. Bir yandan yemekler yenirken, bir yandan sohbet koyulaşmış. İki dinleyici önünde iki Besnili başlamışlar karşılıklı konuşmaya. İlk sözü yine teyze almış.

– Şaherden değilsin oğlum. Onu anladım. Hangi köydensin?

– Besni ile Gölbaşı arası bir köyden.

– Anlamadım, Gölbaşı nere?

– Özür dilerim Teyzeciğim. Birden düşünemedim. Sizin zamanınızda Gölbaşı yoktu ki. 1940’lı yıllarda yerleşim alanı olmuş. 1954’te de ilçe yapmışlar. Besni’nin kuzeybatısında.

– Biz ata dede Besniliyiz. Kaç kuşaktan beridir, bilen yok. Evimiz Keysun yolu üzerindeydi. Çatalkaya bağlarından inen ana taş yol var ya, ordan gelince Şaher hamamının altından sola döneceksin. Hamama beşyüz adım var yok. Ben orda doğdum.

– Teyzeciğim siz aşağı şehirden söz ediyorsunuz. Şimdi şehir yukarı sırta, Çatalkaya ve Sarkan bağlarının arasına taşındı. Ama şehir hamamının iskeleti duruyor hala. Orda kimse oturmuyor şimdi. Bir kilise, iki cami ve bir de şehir hamamının yıkıntıları var.

– Öyle miii? İyi etmiş bizim Besnililer. Havadar yere taşınmışlar.

– Teyzeciğim taa Beyrutlara nasıl ulaştınız? Besni’de kimseniz kalmadı mı?

– Bir amcam ve eşi… Ölmüşlerdir şimdi. 1915’ te 50’ye yakındı yaşları.

– Onları sürgüne katmadılar mı?

– Yok. Besni beyleri izin vermemiş. Amcam çocuklarından ayrılmak istememiş ama. Beyler “kalacaksın” demişler. “Bizim kapları kim kalaylayacak?” diye kızmışlar.

– Hayret! İlginç bir gerekçe.

– Kalaycıyan derler bizimkilere. Ata dede mesleğidir. Babam ve amcam Besni’nin iki kalaycısıydılar. Amcam Tut ve Perveri taraf köylerini dolaşır, babam Keysun ve Suvarlı taraf köylerini. Aralarında paylaşmışlardı yani.

– Bir dakikaaa! Ama tanımazsınız ki, Bizim Kalaycı Kâmil Usta gençti.

– Tanımam oğul. Amcamın oğlu yoktu yanında. Ama, ama Şaherti olabilir. O yaştan sonra yeniden evlendi mi acaba?

– Neden olmasın!

– Bilmem! Olabilir.

– Sizi üzmeyecekse anne, 15 yolculuğunu, yani sürgünü anlatır mısınız bize biraz?

– Uzuun bir öykü… Uzuuun bir yol. Bir dolu acı. Daha göğüslerim çıkmamıştı o zaman. Topladılar şaherin Araban çıkışına hepimizi. “Yürüyün” dediler, yürüdük. Bereket kış değildi. Mola vere vere Nizip’e kadar geldik. Bizi getirenler Besni beylerinin askerleriydi. Çoğu tanıdıktı. Bize iyi davranırlardı. Yavuzeli düzlüklerine gelmeden yaşlı bir kadını gece kaybettik. Nizip Halep arası yolculuk çok kötüydü. Yol boyu çok mezar kazıldı. Çok insan telef oldu. Açlıktan, susuzluktan, yorgunluktan, hastalıktan kırıldı bizimkiler. Asker kurşunlarını saymıyorum. Su bulmak için kafileden ayrılmak vurulma gerekçesiydi. Besni’den çıkanların yarısı Halep’e ulaşamadı. Halep kurtuluş dedik, olmadı. Çokmuşuz, Halep’e sığmazmışız. Şam da öyle. İkinci yılın sonunda Beyrut’ta bulduk kendimizi. Altı yedi aileden kalanlardık. Küçük kardeşim Halep’e gelmeden, annem Halep’te öldü. Babam, ağabeyim ve ben şanslılardandık.

– Sizi Halep’e Besni beylerinin askerleri getirmedi. Kim peki?

– Yok oğul. Onlar Nizip yakınlarına kadar geldiler. Başka askerlere verdiler bizi. Kafile de çoğaldı. Nizip’ten sonra bizim kafile tüm Besni halkından daha çoktu. Ucu bucağı gözükmüyordu yolda.

– Beyrut’ta kimseniz var mı şimdi?

– Yok, iki oğlum Kanada’da.. Kızım da İngiltere’de.

– Türkçeyi çok güzel konuşuyorsunuz.

– Evde yarı Ermenice, yarı Türkçe konuşurduk. Şimdi de komşularla ayda bir iki buluşur, unutmayalım diye aramızda Türkçe konuşuruz.

– Neden?

– Besni özlemi oğlum. Bugün olmuş, bir gün Besni’ye gideceğim düşüncesi aklımdan hiç çıkmaz. Gidemeyeceğimi bile bile…

– Götüreyim sizi Teyze!

– Sağolun! Rüya benimkisi. Tatlı bir rüya.. Rüyamın bitmesini istediğimden emin değilim. Çocukluğumu istiyorum ben. Yetmiş yıla yakındır içimde yanıyor bu ateş. Söndüremedim. Besni’ye gidersem söner diye korkuyorum. Beyrut’ta da korkuyorum. Görüyorsunuz başımıza ateş yağıyor. Ne zaman kimin saçlarını tutuşturur bilinmez. Savaşlar hiç bitmeyecek mi! Ben tüm insanların eceliyle öldüğü bir dünya istiyorum.

Not: Selahaddin Eyyubi Kalesinde yaşamını yitiren Mustafa Çetiner ve İmam Ateş yoldaşların anısına…

Kemal Bilget

Diğer Başlıklar

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-5- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN Ölüyoruz Birer Birer!.. Sabah olmuş sofranın başına toplanmışız, kahvaltı yapmaktayız. …

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-4- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN Ölüyoruz Birer Birer…! Sabah olmuyor. Dönüyor, kıvranıyoruz fırıldak misali. Geceyi …

TOPLUMSAL GERҪEKҪİLİK VE DEVRİMCİ DURUŞ! Hamit BALDEMİR

TOPLUMSAL GERҪEKҪİLİK VE DEVRİMCİ DURUŞ! Devrim, bir toplumsal alt-üst oluştur. Eski toplumsal sistemi yıkmak ve …

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN!-3- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN! Bitmeyen Gün… İşte yeniden enkaz başındayız. Toplanmış depremin çemberinden geçenler. …