Salı , 19 Mart 2024
Home / Güncel / ABDULLAH DERELİ YOLDAŞIIIMMM! (2)

ABDULLAH DERELİ YOLDAŞIIIMMM! (2)

ABDULLAH DERELİ YOLDAŞIIIMMM (2)

İnsanların yaşamında İLKLER vardır ve bu ilkler çoktur. Örneğin ben, nohut ezmesi bir yemek olduğunu bilmeden ilk kez FALEFELi Suriye’nin Laskiye şehrinde 1982 yılında yedim. Falan zamanda doğmuşuzdur mesala. Örneğin, ilk öğretmenimiz unutulmazlar arasındadır. Karşı cinsle ilk öpüşmesini unutan birisi kesinlikle aklını yitirmiştir. İlk kez kendi emeği sonucu kazanılan para çok değerlidir. Meslek seçimi önemlidir. Eş seçimini yazmamak ayıp olur. Hasılı, falan da ilktir , filanda ilktir derken sayfalar dolusu ilkler sıralanabilir. Kısa kesişi bitirmeden belirtelim ama: İnsan yaşamındaki kimi ilkler iyi olan ilklerdir; kimileri de kötü. İyiler iyilikleri ile, kötüler de kötülükleri ile unutulmazlar arasındadırlar. Ben bu anlatıda benim için İKİ unutulmazı, ilk kez sınırdan illegal geçişimi ve o geçişte tanıştığım bir yolaşımla ilk karşılaşmamızı konu edeceğim bu yazıda. Hani bu anlatının ilk bölümünde kendisinden söz ettiğim DEMENSLİ Abdullah Dereli yoldaşımdan.
Ben, Abdullah Dereli yoldaşımla ilk kez yedi Mart 1982 tarihinde ( küçük bir olasılıkla tarih 8 mart 1982 de olabilir) karşılaştım ve tanıştım. Antakya otobüs garajının önünden geçen anacaddenin batı kaldırımı üzerinde…Güneşin batmasına yakın bir zamanda… Tek söz etmeden…Kem gözlerden kaçırdığımız illegal bakışlarımızla…Baştaki T harfi karalanmış bir Tercüman gazetesi benim elimde, bir de onun…Biz (altı kişi) arkada, o önde…O trenin lokomotifi, bizler vagonları gibiyiz. Sanırım o kaldırımda ve topluca birkaç yüz metre yürüdük. Tıpkı Karabıyıklı’nın inekleri gibi. Herbirimizin arasında beş / altı metre kadar mesafe var. Öncümüz, ileride biryerlerde safları sıkılaştırın işareti yaptı. O durdu, biz de durduk. O an bir minibüs zınk diye fren yaptı ayaklarımızın önünde. Bu kez öncümüz çabuk doluşun minibüse der gibi elini salladı. Uyduk isteğe; tez ayak atık kendimizi külüstür aracımıza. Biz altı kişi yerlerimizi aldık. Öncümüz ayakta. Şoför yola koyuldu. O bizi tren katarı gibi arkasına dizen yoldaş ilk kez konuştu:

  • Hoş geldiniz yoldaşlar, derken o kocaman gözlerini kocaman kocaman açmıştı. O kaşık sığmaz küçücük ağzını büzebildiği kadar büzmüştü. Herbirimizi ayrı ayrı süzmekteydi. Hafıza kaydı yapar bir yüz ifadesi vardı. Ben Ali Garip deyip sustu. İçimizden birisi altımız adına;
    -Hoş bulduk yoldaş diye karşılık verdi. Takma adı Ali Garip olan yoldaşımız;
  • Kazasız belasız gelmenize sevindim, dedi ve ekledi: Buluşmamız ve Antakya çıkışımız sorunsuz geçti. Umarım sınır geçişimiz de sorunsuz olur; deyip sustu.
    Yarım saatten çok, bir saatten az bir zaman yol gittik. Taşlı ve incir ağaçlı tarlaların arasındaki toprak yolda bizi araçtan indirdiler. Öncümüz Ali Garip;
  • Biz ikinci yoldaş grubunu getirmeye gidiyoruz. Sizi o yoldaş ( bahçe içerisinde alıcı gözlerle bizlere bakmakta olan kişiyi göstererek) bekleme noktasına götürecek. En geç üç saat sonra yanınızda oluruz, deyip gitti.
    Yeni öncümüzün isteği üzerine bahçe duvarının arkasında “yat vaziyeti” aldık. Birkaç yüz metre uzaktan bize bakan birilerinin bizi göremeyeceği kadar hava karardı. İstek üzerine yine tek sıra Karabıyıklı inekleri gibi yola dizildik. Çok yürümedik. Tarla sınırı olan ara duvarlardan anlaşıldığı kadarıyla üç veya dört incir tarlası geçtik. Taşlık ve makilik alanda dik yürüyüşümüz uzun sürmedi. Önümüze bir uçurum çıktı. Uçurumun önünden sağa dönünce gördüm: Özensiz örülmüş bir metre yüksekliğindeki taş duvarı. Dikenli karaçalılardan yapılma bir de kapısı vardı. Yeni öncümüz kapı görevi gören karaçalıları çekerken söyledi:
  • Bu gece buralıyız. Mağara büyük. İçerisi sıcak. Fakat kene falan olabilir. Keçi ahırı olarak kullanılan bir mağaradır da…
    Keçi ahırı olan o mağara keçi boynuzuna/ muza benziyordu. Tahmini yirmi metre kadar derinliği vardı. Yükseklik hep aynı değildi. Giriş yüksekliği eğilmeyi gerektirmiyordu. Orta yerler üç metre kadar yükseklikteydi. Son üç beş metre kadarının yüksekliği bir keçi boyu kadar ya var, ya yoktu. Mağara tabanı en az bir karış kalınlığında keçi gübresiyle kaplıydı. Haa birde bizim mağara teraslı bir mağraydı. İkinci grup yoldaşlar ( 5 kişi) gelinceye kadar o terasta beklemiştik. Fakat sigara içmek isteyenler mağaraya girmek zorundaydılar. Çünkü …
    Okurdan izin alıp o mağaradan ayrılalım şimdi. 1982 yılından taaa 2015’lere geçiş yapalım. Hem de Alp dağları eteklerinde hikayeye devam etmek üzere. Bizim bu Ali Garip (Abdullah Dereli ) yoldaşın da sanıkları arasında olduğu dosyanın Yargıtay’daki duruşma günü yakınmış. Yeniden mahpusluğu engellemek için Abdullah yoldaş Avrupa’ya çıkış yapmıştı. İsviçre’ye ilk geldiğinde üçgün konuğum olmuştu. Sohbetlerimiz koyuydu. Ortak anılarımızı tazeliyorduk. İşte o laflamaların bir yerinde kazanda kaynayan suyun kazan kapağını tıkırdatması gibi gülmeye başladı bizim delikanlı. O hep öyledir zaten: Önce o küçüçük ağzını gerir; gülme sesinden önce gamzeleri ortaya çıkar; kıkırdamakla gülmek arası (tencere kapağı meselesi) uzun sürmez; ve sonrasını mutlaka tek tek atışa bağlar. Bir derin vadide bir büyük silahla tek tek atış yapar gibi güler ha güler. Uzun süren her gülmesinin ardından da gözlerini kurulamak zorunda kalır.
    -Ortada neden de yokken neden bu kadar çok güldün yoldaş, diye sordum.
    -Karalahana saplarından bana az verdiğin aklıma geldi de; dedi ve yeniden başladı gülmeye. O gülerken ben bu karalahana meselesini aradan çıkarayım.
    Keçi mağarasında kestirmeli uykularla geçirdiğimiz gecemizin ertesi günüydü. Yaklaşık öğleden sonra saat üç civarıydı. Bir tam gün hiç uyumamış ve birbuçuk gün hiç yemek yememiştik. Gözcümüz haber vermişti: “Mağaraya doğru iki kadın geliyor” diye. Bu habere “acabalı” da olsa çok sevinmiştik. Mideler guruldamaya başlamıştı çünkü. Ama hiç unutmam: Herbirimize yarım bazlama ve üçer kuru incir düşmüştü.
    İkinci akaşam o mağaradan ayrıldık. Yarım saat kadar hep yokuş yukarı yürüdük. Taşlarla ve makilerle kaplı bir dağ yavrusunu tırmanıp aştık. O akşam, akşamdan daha karanlıktı. Çünkü hava kapkara bulutlarla kaplıydı. Biz o dağ yavrusu tepeye tırmanmayı bitirmiş inişe yeni geçiyorduk ki; yağmur başladı. Sanırsınız ki gökteki denizin alt dikişleri patladı. O gece tan atarken durdu o yağmur. Perişan etti bizim onbeş kişilik Filistin yolcularını. O taşlı tepeye tırmanmayı mumla arar olduk. İnişten sonra yürüdüğümüz vadi çamur deryasıydı. Yağmurla, çamurla ve gecenin karanlığıyla kavgalı değildik yalnızca. Belki de en kötüsü açlıktı. Bu nedenlerle yürüyüş hızımız oldukça düşüktü. Oysa acelemiz vardı. Bilenlerin dediğine göre şafaktan en az bir saat önce sınırı geçmeliymişiz. Sorun yalnızca askeri devriyelere gözükmemekle sınırlı değilmiş. Suriye tarafında İHVAN/ i MÜSLİM’in etkin olduğu alanları karanlıkta geçmeliymişiz.
    Daha önce hiç ayak basmadığı bir coğrafyada ve zifiri karanlık bir gecede insan nerde olduğunu bilemez. Fakat ben kısmen biliyordum. Çünkü “tarafsız bölgeye” varıncaya kadar yürüyüş kolunun arkadan ikinci sırasındaydım hep. Benim arkamda ise bizi ilk karşılayan yoldaş vardı. Yani şu Ali Garip. Asıl adının Abdullah Dereli olduğunu taaaa 1993lerde öğrendiğim bizim demanslı delikanlımız. Molalarda ikimiz fısıldaşıyorduk. Çamurlu vadi bitmiş ve yeni bir dağ tırmanışına başlamıştık. Ali Garip yoldaşın tahminine göre “yarım saat kadar sonra sınırda olacak”mışız. “Tahmin” diyordu, çünkü o da oraları ( Samandağı bölgesini ) iyi bilmiyormuş. Önde değilde arkada yürümesi ondanmış. Haa birde tırmanmaya başladığımız dağ bir önceki dağ gibi taşlık değildi. Yani çamurdan kurtuluyoruz diye sevinmedik.
    Gerçekten de öyleydi. Çamur diz boyuydu. Hep dik, ama tarla içlerinde yürümekteydik. O tarlaların birisinin içerisinde ve göz gözü görmez o karanlık gecede ayağıma uzun uzun birşeylerin takıldığını anladım. Ne olduğunu merak ettim. Elimle yokladım. Ve hemen anladım. Yapraksız lahana sapıydı. Çektim bir kök. En tepesi tomurcukluydu. Isırdım. Elbet çiğnemem ve yutmam olağandan çok hızlıydı. Hemen ve bekletmeden belirteyim: Toplam yaşamımda o lahana sapının tadı gibi bir tadı çok az tattım ben. Öyle leziz öyle lezizdi ki; o tat şunun tadına benziyordu diye bir benzetme bile yapamıyorum. Sorun, yalnızca otuzbeş saatten beri aç olmamız değildi. Çamur deryasında yürümek iflahımızı kesmiş, enerjimizi bitirmişti. Üstelik herbirimizin sırtında ortalama on kg. kadar yükümüz vardı.
    Yürüyüş kolundan kopmamanız gereken anlardır o gece yürüyüşleri. Aceleyle ve ayaklarımla arayarak üç veya beş lahana sapı daha buldum. Önümdeki yoldaşla aram sanırım birazcık açılmıştı. Arkamdaki yoldaşımsa bana çok yaklaşmıştı. Birşeylerle uğraştığımı anlamış gibiydi bizim artçı. Derdimi ona bir lahana sapı uzatarak anlatmaya çalışmıştım.
  • Sanırım karalahana sapı. Baş tarafını kemirebilirsin; dedim fısıldayarak. Temiz haaaa; diye de ekledim. Temiz derken kastım yağmakta olan yağmurdu.
    -Emin misin bu karanlıkta; dedi. İkna olmaya hazırdı zaten. Biraz sonra ikincisini istedi. Üçüncüsünü istediğinde o, bendekileri yemiş ve bitirmiştim ben. Karalahana tarlasını da geçmiş olmalıyız. Saplar ayağıma dokunmaz olmuştu.
    Bizim Abdullah gülmelerini bitirip gözlerini kuruladı ve dedi ki:
  • Gecenin karanlığından yararlandın. Lahana saplarının çoğunu sen yedin. Anlamadı sanma haaaaaa!
    Uzatmadık bu lahana sapı paylaşımını. Konuyu ben değiştirdim. Ve ona sordum:
  • Şu “ terzi söküğü “ meselesini birinci ağızdan dinlemek istiyorum yoldaş. Nasıl oldu; diye. Soruyla karşılık verdi soruma.
  • Hele sen şu İNEKLİ benzetmeni bana anlat önce. Lahana sapı yememizi ineklere benzetmiş olamazsın; dedi.
    -Yok dedim. Tüm inekler lahana sapını bizim gibi yer. Karabıyıklı inekleri başka ve özeldirler. Hep o gece bizim yürüdüğümüz gibi yürürler. Tek sıra. Yani trafik eğitimlidirler. Ya da coğrafyaya uyumlu. Sana önce Karabıyıklı köyünü özetleyeyim dedim ona.
  • Olur dedi yavaştan. Anlattım:
    -O köy Narlı/ Antep arasındadır. Maraş ovasına doğudan bakan dağın doruklarına yakın bir virajdadır. Antep yolu üzerinde. Coğrafyası çok çetindir. Her yan bazalt taştır. Eğim, elli altmış dereceden az değildir. Bazı yerler daha çok eğimlidir. Hayvanların gezip otlayabileceği alanlar ise köyün doğusunda ve batısında, ama en az iki kilometre kadar uzağındadır. Maraş ovasından başlayıp kıvrıla kıvrıla Karabıyıklı köyüne kadar çıkan şehirlerarası yol, köyden sonra dağ yamacını izler. Epeyce dar bir yoldur. Yolun aşağısı hep uçurumdur. Yani şarampol hep yukarıdadır. O nedenle insanlar ve hayvanlar için şarampol aynı zamanda yaya yoludur. Karabıyıklı inekleri ise hep çobansız otlaklara otlamaya giderler. Yolları ise tektir; yani şarampoldür. O yolu sık kullananlar bilirler: Bir Karabıyıklı ineği asfalt üzerine hiç çıkmaz. İki inek asla yan yana yürümez. Hep tek sıra halinde ve şarampolden otlamaya gider ve aynı şekilde gitikleri yoldan köye geri dönerler. Yani, bir Karabıyıklı ineğinin trafiği aksattığı olsa olsa istisnadır.
    -Anladıım, dedi bizimki. Az düşündü. Başka konular aklıma geldi ( terzi söküğü sorumu kasdediyor) , önce onları anlatmak istiyorum, dedi.
  • Ben olur deyince o anlatısına başladı; ben hiç sözünü kesmedim. Abdullah yoldaşımın bana uzun uzun anlattıklarının özetini ben kaleme aldım.
    “ Biliyorsun yoldaş, ben Partinin sınır görevlilerinden birisiydim. Bu görevi 1980’den 1993 yılına kadar sürdürdüm. Onüç yıl içerisinde sınırlardan yüzyirmiye yakın geçmişliğim vardır. O sorduğun olay hariç, hiç sınır vukuatım yoktur ama. Onca deneyime rağmen kimi geçişlerde çok korkardım yoldaşım. Ödüm patlardı demek ne ki; korkudan bu esmer tenim al al olurdu. Ben iyi beceremem de, gecenin karanlıkları koynuna alırdı benim korkularımı. Benim yanaklarımın al al olduğu geçişler hep yoldaşlarımı götürüp getirdiğim geçişlerdir. Emanetlerimi koruma telaşı benimkisi. Bir yoldaşımın tırnağı kanamasın demiyorum ama, yoldaşlarımın kurşunlara hedef olma tehlikesi kalbimi kuruturdu. Bu korkumu söylemek bir yana, yolcu yoldaşlarım anlayacaklar diye ek korkular yaşardım her keresinde.
    “Halk ozanı Köroğlu “Delikli demir icad oldu mertlik bozuldu” demiş ya, tıpkı bu ünlü sözün dile getirdiği gibi gece görüş türbünleri kullanıma girdiğinden beri gece sınır geçişlerinde de mertlik bozuldu. Doksanlı yılların ikinci yarısında sınır görevlileri gece görüş türbünleri kullanmaya başladılar. Yani benden sonra…Şimdi ben sana benim zamanıma dair bir sınır geçiş kuralını çok çok acı bir anım üzerinden anlatayım. Anlatmaya geçmeden de sana bir öneride bulunayım: Anlatacağım olayın kahramanlarının kimler olduğunu bi zahmet soruşturup öğren. Olay şu:
    “Olay şu dedim ama; kendi sözümü balla kesiyorum. Çünkü kısa bir açıklama yapmalıyım. Türkiye ve Kürdistan devrimcilerinden yolu Şam’a ve Filistin kaplarına düşen herkesler beni tanır. Kiminin tecümanıyımdır; kiminin kimlik ve pasaport (Filistin) temin edeniyimdir; kiminin sınır geçiş öncüsüyümdür; kiminin Şam sokaklarında gezi rehberiyimdir..vb vb. Sadete geliyorum. Yıl 1992. Sonbaharın ortaları bir zaman. Türkiyeli bir dost siyasi hareketten iki yoldaş yanıma geldiler. “Acele bizi sınırdan geçir” diyorlar. Altı kişiymişler. Dediklerine göre çok çok aceleleri varmış. Hemen Türkiye’ye dönmeliymişler. O yoldaşlarla uzun uzun tartıştım. Tartışmamız saatler sürdü. Onlar “Şu tarihte içerde olmak zorundayız”da israr ettiler; bense ay ışığında sınırın geçilemeyeceğini anlatmaya çalıştım. Ve her keresinde ekledim: Ay karanlığa dönsün, söz sizi sınırın yukarısına atacağım dedim. Yanlış hatırlamıyorsam ay karanlığa dönmesi için on gün kadar beklemeleri gerekiyordu. “Bekleyemeyiz” dediler. Anlaşamayıp ayrıldık. Bu görüşmemizin üzerinden ikigün geçmişti; teadüfen o yoldaşlardan birisi ile şehir içi ötobüste karşılaştım. “Bugün yarın gidiyoruz. Bir kaçakçıyla anlaştık” dedi. Konuyu önce çok tartışmıştık. Ne diyebilirdim ki!
    “Haksız çıksaydım keşke! Ertesi günün sabah haberlerinden öğrendik ki; o altı yoldaş pusuya düşrülmüşler. Altısı da şehit düşmüş.( Ertan Uzunyayla, Saim Bozkurt, Müslüm Akyol, Mehmet Beşgen, Erdoğan Tatar ve Hasan Çiçek. İsimleri sonradan öğrenip yazdık) Kilis güneyinden sınır geçişi yapmışlar. Mayınlı alandan. Sınırı geçmişler. Sonradan öğreniyoruz ki, sınırdan epeyce ötelerde yoldaşlara pusu kurulmuş. Tüm yoldaşlar nokta atışıyla öldürülmüşler. Olayı ilk duyduğumda, sınır geçişlerini iyi bilen birisi olarak anlatılanlara çok şaşırtmıştım. Yaşananlara anlam verememiştim. Bir süre sonra anlaşıldı ki, o yoldaşları ölüme götüren kaçakçı, Kilis Jandarma alay komutanının paralı ajanıymış. O ajan, o olayı gazetelere çarşaf çarşaf anlattı da (Çünkü parası verilmemiş); katliamın niyesini, niçinini ve nasılını o zaman tam olarak öğrenebildik.
    “Özetle söylemek istediğim şu: Sınır geçişlerini gecenin zifiri karanlığında yapmak zorundasınız. Biz öyle yapardık. Zifiri karanlık gecelerde bile ufuk çizgisine yakalanmamaya özel özen gösterilmelidir. Yeri gelmişken Kemal yoldaş sana ben bir soru sorayım dedi bizim anlatıcı. “Sor” dedim ben de. Bir veya iki kere Cilvegözü sınır kapısı binalarının duvar dibinden birlikte geçtik diye hatırlıyorum. Doğru mu? Benim doğru dememi beklemeden o anlatısını sürdürdü: Kapının kuzeyinde ve kapıya kuşbakışı bakan tepeyi hatırlarsın. O tepeye varınca her keresinde ikiyüz metre kadar alçak sürünme ile yol almamız ufuk çizgisine yakalanmamak içindi. Ufuk cizgisini gazasız belasız atlattın mı, görevlilerin burnunun dibinden bile geçebilirsin. Haaaa bir de söylemeyi unuttum; ufuk çizgisine yakalanmamak için coğrafyayı avucunun içi gibi bilmen gerekir. O işin en zoru da budur işte.
    “Şimdi gelelim benim “terzi söküğüne”. Kendi aklımca son sınır geçişimi yapmaktayım. Aşağıda, Şam’da bir yoldaş dışında kimse kalmamış. Geleceklerin hepsini getirmişim. Bir miktar taşınırı taşımaya gitmiş ve geri dönüyordum. Yanımda da bir arkadaşım var. Doğrusu heyacanlıydım da. Özgüven dersen dorukta. Aşırtlardan alçak sürünmeyi veya tepeleri derelerden dolaşmayı hak getire. Dolu dizginim. İnce eleyip sık dokuyacak zamanım yok gibi. Ufuk çizgisinde kem gözlere yakalanmışım; ama benim haberim yok. Karakolun beşyüz metre ötesinden telörgüyü yaralı üç veya beş dakika olmuştu. Yaylım ateşine tutulduk. Karanlık kısmen korudu beni. Kısmen de kalaşinkofum. Yüz metre kadar ötelerde anladım yaralandığımı. Yanımdaki arkadaşın yardımı olmasaydı pusuyu yaramazdım. Yaralı yaralı bir dosta ulaştım o gece. Hastahaneye gidip Filistinli kimliğimle akciğerimi tamir ettirdim. Söküğüm ciğerimdeydi yani.
    “Bir dost demişken yoldaşım, sana en önemli sınır geçiş kanununu hatırlatayım. Sınır iki yakalıdır. Mayınlı, telörgülü veya devriyeli…Nereden geçiliyor olunursa olunsun; bu yanda ve o yanda güvenilir dostların olacak. Mutlaka ve mutlaka … Hem de canını emanet edecebileceğin kadar güvenilir. Her ihtiyaç olduğunda kapısını çalmakta tereddüt etmediğin. Çay içmek, karnını doyurmak veya uyumak için değil yalnızca. Bazen gözün, bazen kulağın olacak. Kimi kez de bacaklarındaki derman. Hani sınırın ötesinde, bir orman içinde bir köy vardı. Hatırlarsın iki veya üç kez uçurumun başında bir eve konuk olmuştuk. Şu iyi Türkçe konuşan orta yaşlı ve kısaca boylu ev sahibini unutmamışsındır. Benim çocukluk arkadaşımdır o. Reyhanlı sokaklarında ikimiz birlikte büyüdük. O askerlik sonrası eşini ve iki çocuğunu alıp teli öte yana geçti. İşte o Reyhanlılım çok kahrımızı çekti bizim. Tıpkı diğer yoldaşlarımız ve dostlarımız gibi. Biz, biz sınır görevlileri hep dört- beş kişi kadar olurduk. Bizim sayımız kadar telin ötesinde, bir o kadar da telin bu yanında eşimiz, dostumuz ve yoldaşımız bize yardım ederdi. Yani sınır işi güçlü bir ekip çalışması işidir.”
    Sözün akışını ben kestim. Hiç mayınlı alandan geçmedim ben, diyerek. O sürdürdü sözlerini. “ Hatay ‘da mayınlı alan yoktur. Çoğu telörgülüdür. Sarp ve dağlık alanlar ise pusu ve devriyelidir.
    Anlatım gereği ben SINIR SINIR diyorum ya yoldaş, bizim halkımız bu sözü hiç kullanmaz. Sevmezler de. Sınır yerine TEL veya HAT derler. Çünkü telin o yanıda bu yanıda bizimdir. Bizim topraklarımızı birileri telle bölmüş. Telden berisi benimdir demek istenmiş. Akla aykırı bu. İnsanlığa ve doğaya da aykırı. Öte yan Arap, bu yan Arap. Üstelik telin iki yanında yaşayanların çoğu birinci dereceden akrabalar. Topraklarımızı, insanlarımızı, toplumsal dokumuzu bölmüşler. Ben nice teleörgülere takılıp ölmüş hayvanlar gördüm. Atlar, inekler, keçiler, tilki ve tavşanlar… hatta kaplumbağalar ve kurtlar… Kuşlarımız ve böceklerimiz sınır tanımaz yalnızca. Mesala arılar kaçakcılık yaparlar. O yandan gelip bu yandan, bu yandan gidip o yandan polen taşırlar. İzinsiz, pasaportsuz ve korkusuzdur arılarımız. Telörgüler, silahlar ve diğer yasaklar nasıl kuşlarımız ve arılarımız için geçersizse, aslında insanlarımızın düşlerinde de geçersizdir. Birilerinin zoraki sınırına sınır denmemesi bundandır; deyip sustu bizimkisi. O susuşu fırsat bildim.
    -Oğulpınar sınır karakolunun önünden geçişimizi hiç unutamıyorum, dedim.
  • O dönüşü ben de unutamam, la sözü ağzımdan aldı ve sürdürdü. Hatırlar mısın; telin kuzeyinden geçen askeri araçların ışıklarına yakalanmamak için selinti yatağına yüzükoyun uzanmıştık. Tarafsız bölgedeydik ve tele çok yakındık. ‘Sigara içeceğim’ diye tutturmuştun. O soğuk şakana gülmemek için dudaklarımı ısırdığımı şimdi ilk kez dillendiriyorum. Giden askeri konvoyun Cilvegözü yönünden geri gelme riskine, telin tınlayıp karakoldan duyulması olasılığına rağmen bizim ekip iyi iş çıkarmıştı. İkibuçuk metre enindeki telörgüye TIN dedirtmemiştik. Çataları bez sargılı on kadar sopyla sarmal telin içerisinden geçiş tüneli açmıştık. Dokuz kişinin hiç birisinin telin arasından sürünürken tele dokunmamış olması gerçekten bir mucizeydi. Biliyorsun sonrası felaketti ama. Şimdi adını söylemeyeyim, o İstanbul beyefendisi yok mu, elindeki emenetini telin o yanında unutması neyse de, hepimiz geçtikten sonra unuttuğunu hatırlaması… bre insafı bol, senden sonra altı kişi teli geçmiş; son kişi kaldığında bile hatırlasaydın yeterliydi. O gerginlik içerisinde geri gidip gelen sınırcının tele dokunmuş olması normaldi bence.
  • Tahmini kaç km kovaladı Karakolun köpekleri bizi; diye sordum Abdullah yoldaşıma.
  • Oğulpınar karakoluna üçyüz metre kadar uzaktaydık o an. Tel tınlamasının duyulacağı belliydi. Sayımızın çok olduğunu askerler anladı bence. Üstümüze gelmemeleri ondandı. Fakat köpekler haldan anlamaz ki. Ben ilk köyün oralardan dönerler dedim ama, arkamızdan havlamayı sürdürdü alçaklar. Sanırım beş veya altı taneydiler. Yine tahmini beşinci km’lerde takibi bıraktılar. Ama o gecemizi bize zindan ettiler. Yolumuzu üç katına çıkarmak zorunda kaldık. Geceyi o keneli mağarada geçirdik. Sabah dağılımını kazasız belasız yaptık ama, biline ki Reyhanlı halkının vijdanı korudu ekibimizi. Yolda yolakta araç bulmaya çalışan yoldaşlarımızı onca görenler içerisinde bir ihbarcının bile çıkmaması büyük şanstı. Hasılı o gece benim için korkunçtu. Akşamın onundan sabahın onuna kadar öldüm öldüm dirildim; dedi ve sustu Dereli yoldaşım.
    -Sonra sürdürelim sohbeti deyip ben de ekledim: Reyhanlı halkına selam olsun.

Diğer Başlıklar

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-6- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN Bitmiyor Ölümlerimiz! Ağlamak nedir, gözyaşı ne ola? Ya da kuruması …

FIRSAT KARGALARI! Samet ERDOĞDU

FIRSAT KARGALARI 10 sene önce politik meteorolojide benim hava tahmini göstergem Öcalan idi. Ona bakarak …

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-5- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN Ölüyoruz Birer Birer!.. Sabah olmuş sofranın başına toplanmışız, kahvaltı yapmaktayız. …

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-4- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN Ölüyoruz Birer Birer…! Sabah olmuyor. Dönüyor, kıvranıyoruz fırıldak misali. Geceyi …