Çarşamba , 24 Nisan 2024
Home / Gençlik / Onlar bizim yoldaşlarımızdı!.. – Tuncay ATMACA

Onlar bizim yoldaşlarımızdı!.. – Tuncay ATMACA

31 Temmuz 2014’te yitirdiğimiz Partiya Komunista Kurdistan – KKP Merkez Komitesi üyesi Tuncay Atmaca yoldaş Türkiye işçi sınıfının devrimci sınıf mücadelesinin 13 Mart 1982’de İzmir Buca Askeri Cezaevi’nde idam edilen ilk neferleri olan SEYİT KONUK, NECATİ VARDAR ve İBRAHİM ETHEM COŞKUN yoldaşların yakın mücadele arkadaşıydı. 12 Eylül faşist diktatörlüğünün idam ettiği üç TKEP / KKP üyesi proleter devrimciyi idam edilmelerinin 36’ıncı yılında saygıyla anarken; Tuncay yoldaşın kendileriyle ilgili olarak yazdığı ve ÇOBAN ATEŞİ gazetesinde yayınlanan anma yazısını bir kez daha yayınlıyoruz. – redaksiyon

Buca Cezaevinde darağacı, Kürt ve Türk halklarının üç yiğit savaşçısı TKEP üyesi, onur abidesi üç insan için hazırlanıyordu. Tıpkı kendilerinden on yıl önce idam edilen yoldaşları gibi.

HATIRLAMAK DİRENMEKTİR!

Bu güzelim kentte artık bir ölüm sessizliği hakimdi. İnsanlar en derin uykularındaydı. Belki de birçoğu yattığı yerde rüyalara dalmıştı kim bilir?

Bir yerde ise, henüz insanlar uyumamıştı. Bir sessizlik hakimdi bulundukları mekanda. Uyumak akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Sanki bir şeyler olacaktı bu gece.

Seçtikleri yaşam şekli, onların başkaları gibi rahat yataklarında yatmalarına, rüyalara dalmalarına izin vermemişti. Bu yaşam şekli, onlara işkenceleri, gözaltlıları, cezaevlerini, ölümleri reva görmüştü. Ama bu durumdan dolayı onlar hiçbir zaman şikayetçi olmamışlardı. Aksine bu yaşam şekline coşkuyla kucak açmışlardı. Zaten tüm yaşamlarını buna adamamışlar mıydı? Kendilerinden öncekiler gibi, korkusuz ve cesurca…

Güneş henüz kenti aydınlatmamıştı. Gün ışığı olmamasına rağmen, sokak lambaları yine de kentin tüm güzelliğini gözler önüne seriyordu. Kentin bu ölü sessizliğini ve güzelliğini gecenin geç saatlerinde polis ve askeri araçların o malum sesleri de bozamıyordu. Çünkü bu korkunç seslere öylesine alışılmış ve kanıksanılmıştı ki, artık o malum sesler bile gecenin geç saatlerinde ölü sessizliğin ve kentin birer parçası olmuşlardı.

Bu ülkede bir dönem yaşanmıştı. Bu güzel kent de bundan nasibini almıştı. Onlarca, yüzlerce, binlerce insan tutuklanmış, işkencelerden geçirilmiş, sakat bırakılmış, hatta katledilmişti.

Tüm baskılar, katliamlar bu ülkede ve bu kentte insanların karşısına bir korku duvarı çıkarmıştı. İnsanlar bu korku duvarı karşısında sessiz ve sakin yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Sanki hiçbir şey olmamış yaşanmamış gibi. Oysa o tarihe kadar, bu kentte, hemen her gün direnişler yaşanmıştı. Kitleler; fabrikaları, okulları, sokakları, mahalleleri işgal etmişti. Tarihe geçen direnişler yaratmıştı bu kent. O tarihten sonra ise tam bir ölü kenti oluvermişti. Sanki o direnişler, o işgaller bu kentte, bu kentin sokaklarında, fabrikalarında, mahallelerinde yaşanmamıştı.

Ve tarih 1982’nin l2 Mart’ı 13 Mart’a bağlayan saatlerini gösteriyordu. Kent yeniden canlanmıştı sanki. Buca cezaevinden yükselen slogan sesleri dalga dalga kentin tüm sokaklarını, varoşlarını sarıyordu. Polis ve askeri araçlar her zamankinden daha hızlı ve telaşlı çalışıyorlardı.

Buca Cezaevinde darağacı, Kürt ve Türk halklarının üç yiğit savaşçısı TKEP üyesi, onur abidesi üç insan için hazırlanıyordu. Tıpkı kendilerinden on yıl önce idam edilen yoldaşları gibi.

Kimi insanlar vardır ki, onlarla aynı çağda yaşamış olmak, onları tanımak, onlarla bir şeyler paylaşmış olmak, büyük mutluluk veriri insana.

Böylesi insanları onurlu bir yaşamın içerisinde tanımak, onlarla bir şeyler paylaşmak. Onlara yoldaş diyebilmek. Ve bu onurlu insanların katledilişinin ardından anma yazısı yazmak ya da onları anlatmaya çalışmak, en zor yapılacak şeylerden biri olsa gerek. Şu an bunun zorluğunu daha iyi anlıyor ve yaşıyorum.

Seyit Konuk yoldaşı ilk kez, İzmir’de Bağımsız İplik – İş Sendikası’nın şubesinde tanımıştım. O, her zaman gülen, cana yakın, coşkulu ve özverili bir insandı. O’nu ya İplik – İş Sendikası’nda ya da Genç Emekçiler Birliği’nde hep bir şeylerle uğraşırken görürdünüz. İnsanlara sosyalizm ve mücadeleye bağlı kalmaları konusunda bir şeyler anlatır, onlarla ateşli ateşli tartışırdı.

Sayılı da olsa en mutlu olduğum anlar Seyit yoldaşla dergi satışına çıkmaktı. Onun dergi satışı, birçok insanı olduğu gibi beni de etkiliyordu. Her dergi satışında girdiği kahvede, insanlar onun gür sesiyle doğruluyorlardı. Sanırım en çok sevdiği şiir – ya da bugün için ben öyle düşünüyorum – Nazım Hikmet’in “ düşmesin bizimle yola/ evinde ağlayanların gözyaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar/bıraksın yakamızı kendi kabuğunda yaşayanlar” dizelerdi. Bu şiiri çok sevdiğini düşünmem biraz da her dergi satışında, Seyit’in mutlaka bu şiiri okumasından kaynaklanıyordu.

Seyit yoldaşı hayatın her alanında görebilirdiniz. Kendisi o dönemde Tariş Üzüm İşletmesi’nde işçi olarak çalışıyordu. Tariş direnişini örgütleyenlerden ve öncülük edenlerden biriydi. O salt Tariş’teki devrimci çalışmalarıyla tanınmıyordu. Her grev çadırında, her mahalli çalışmada onu görebilirdiniz. Onun için görevin büyüğü, küçüğü yoktu. O kendisini her şeyiyle halklarının sınıfsal ve toplumsal kurtuluş mücadelesine adamıştı.

Seyit Konuk yoldaş, devrimci mücadeleye doğum yeri olan Tokat’ta THKO/MB saflarında başlamış ve mücadelesini parti oluşum sürecine kadar sürdürmüş, 1 Mayıs l980’de partisinin kuruluş kongresini emekçi halklarımıza duyurmak için İzmir’de faşistlerin iki hamisini cezalandırma eylemine katılmış, eylem sonrasında yakalanarak, uzunca bir süre işkencelerden geçirildikten sonra tutuklanıp idamla yargılanmış ve cezası faşist cunta tarafından onaylanmıştır.

Necati Vardar yoldaşla ilk kez Genç Emekçiler Birliği’nde tanışmıştım. Yoldaş, İzmir’de BMC fabrikasında işçiydi. Devrimci mücadeleye doğum yeri olan İzmir’de başlamıştı. Ve mücadelesini THKO/MB saflarında sürdürmüştü.

Necati yoldaş defalarca göz altına alınmış, işkencelerden geçirilmişti. İlk tutukluluğu, İzmir’de Kürt halkının ulusal bayramı olan Newroz’la ilgili bir gecedeki tertip komitesi üyeliğiydi.

Necati Yoldaş da, Seyit Yoldaşla aynı eylemlere katılmış, eylem sonucunda yakalanarak idamla yargılanmış ve cezası faşist cunta tarafından onaylanmıştır.

İ.Ethem Coşkun Yoldaşı, diğer iki yoldaş gibi yakından tanıma olanağım olmadı. Kendisiyle bir – iki kez İplik –İş Sendikasının İzmir şubesinde, bir – iki kez de İzmir Şube Başkanlığını yaptığı Bağımsız Birleşik Maden – İş Sendikasında karşılaşmıştık.

Onunla ilgili bildiğim kararlı ve inançlı biri olduğu, mücadeleye doğum yeri olan Antep’te THKO/MB saflarında başladığı bu mücadelesini yoldaşlarıyla birlikte yakalandığı ana kadar sürdürdüğüydü.

Evet, kentin o ölü sessizliği bir günlük de olsa bozulmuştu. Onların sloganları kararlılıkları fısıltı halinde kulaktan kulağa yayılıyordu. 13 Mart tarihli gazeteler ilk sayfalarında TKEP üyesi olduklarından dolayı idam edilen bu üç kararlı ve onurlu insandan bahsediyordu.

Ve yıllar sonra bu ülkede birçok sosyalistin, komünistin yaşadığı süreci ben de yaşıyorum ve yolum yoldaşlarımın idam edildiği cezaevine düşüyor. Sohbet ediyoruz. Sohbet dönüp dolaşıp idamlara geliyor. Bir görevli o günkü gelişmeleri şöyle anlatıyor; “Cezaevinde çıt çıkmıyordu. İnsanlar konuşmuyordu. Bir şeyler mi oluyor diye mazgal deliklerinden koğuşları gözetliyorduk. Ama tüm koğuşlarda hep aynı manzara insanlar oturmuş, sadece susuyorlardı. Bu sessizlik cezaevi idaresini ve biz personeli ürkütüyordu. Aşağıda, şu karşı bahçede (parmağıyla gösteriyor) darağacı kuruluyordu. Her an cezaevine yönelik bir eylem bekleniyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde ilk hükümlüyü hazırlıyorlardı. Şu hücrede diyerek, tarif ediyor.”İbrahim diyorum” evet evet diyor. Birden slogan atmaya başladı.”İdamlar bizleri yıldıramaz” sanki bir anda cezaevi ayaklandı. Biraz önceki o sessizlikten geriye hiçbir şey kalmamıştı. Sanki cezaevi yıkılacaktı. Açık söylemek gerekirse bizleri bir korku almıştı bir olay çıkacak diye. Diğer ikisinde de aynı şeyleri yaşadık.(Bu arada yoldaşların kaldığı hücreleri gösteriyor) Üçü de çok kararlı insanlardı.Sehpaya kendileri çıkıp, tekmeyi de kendileri vurdular. Onlar gibi kararlı insan görmedim. Gerçekten yiğit insanlardı. Burada o dönem çalışmış olan kime sorsan, saygı duyar onlara.”

Kısa bir sessizlik yaşanıyor. Sohbet devam ediyor. O dönemde ve şu anda da tutuklu olan bir devrimci tutsak arkadaş, idam gecesi yaşananları anlatıyor; “Cezaları onaylanmıştı. Onları hücrelere almışlardı. Görüşemiyorduk, ama haberleşebiliyorduk. Her an cezanın infazını bekliyorduk. Seyit ve Necati’yi dışardan da tanıyordum. Sanki idam edilecek olan onlar değildi. Neşe ve coşkularından hiçbir şey kaybetmemişlerdi. O gün, yani 12 Mart’ı, 13 Mart’a bağlayan gece sanki bir şeyler olacaktı. Kimse konuşmuyor, şakalaşmıyordu. Cezaevinden çıt çıkmıyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde, cezaevinin sessizliğini ilk bozan Seyit’in o gür sesiydi. Seyit haykırıyordu. “Kahrolsun faşizm”, “İdamlar bizleri yıldıramaz”,”Bir gider, bin geliriz”, “Yaşasın Kürt ve Türk Halklarının Mücadele Birliği”. Sanki herkes onun sesini bekliyormuş gibi, koğuş camlarına toplandık. Hep bir ağızdan Seyit’e eşlik ediyorduk. Bütün cezaevi onlarla birlikte slogan atıyordu. Bir arkadaş ise Seyit’in çok sevdiği Nazım’ın; “Delikanlım iyi bak yıldızlara/belki bir daha göremeyeceksin…” şiirini okuyordu. Tüm cezaevi bu kararlı ve inançlı insanları sonsuzluğa yolcu ederken, onların kararlılığını ve coşkusunu kalbimize gömüyorduk. Ve o gün, gün boyunca ne sloganlar, ne marşlar hiç susmadı.”

Bir anda gözlerim doluyor. Kısa bir sessizlikten sonra ‘onlar benim yoldaşımdı’ diyebiliyorum sadece ve kalkıp ayrılıyorum yanlarından.

Ve şu satırlar geliyor aklıma; “Ölülerin şiarı yoktur. Onların kendisi şiardır.”

Şimdi aradan geçen 26 yıl sonra onları anlamanın daha bir önem kazandığı süreçten geçiyoruz. Çünkü; bugün bu coğrafyada işsizliğin, açlığın, yoksulluğun, katliamların, yok saymanın ve Kürt halkına karşı yürütülen topyekün savaşın at başı gittiği bir kesitten geçiyoruz. Bu öyle bir kesit ki, insanların kendine dahi yabancılaştığı, yalnızlaştığı mücadelenin, örgütlülük ve örgütlenmenin dibe vurduğu, adamsendeciliğin, boş vermişliğin ayyuka çıktığı bir süreç. Yani yabancılaşmayla insanın/insanlığın tüketerek tüketildiği bir noktaya geldik. Burası “olmak ya da olmamak”a eşitlenmiş bir “sınır çizgisidir”

İnsan/insanlık bu noktada ya yaşamın ahlakını savunacak ya da –vahşet ve – ahlaksızlığın kollarında tükenecektir. Burası insanlığın sınır çizgisidir. Yani hepimiz 21.yy’ın şafağında bu mevzideyiz.

Unutulmasın ; “ Yaşadıklarının ahlâkını savunmayanlar, benim diyebilecekleri bir hayatı değil, ancak elden düşme hayatlardan oluşma bir tür yamalı bohçayı yaşarlar. Çünkü üzerinde düşünülmemiş bir hayat, nasıl yaşanmaya değer bir hayat değilse, kendi ahlâkını türetememiş bir hayat da insan onuruyla bağdaşır bir hayat olamaz. Böyle hayatların sahipleri, hep ucuz yaşamış olanlar arasından çıkar. Bunlar, pahalı yaşamanın koşul kıldığı yürekliliği hiçbir zaman göze alamadıklarından, Pazar artıklarından farksız ucuz yaşantılarla, rollerle ve acınası düzmece kimliklerle yetinirler…

Yaşadıklarının ahlâkını savunamamak, yaşadıklarını inkâr etme girişimiyle de eşanlamlıdır. Bir insanın kendisine dışarıdan yakıştırılanları inkâr etmesi, anlaşılabilir bir tepkidir, bir savunmadır. Ama kendi yaşadıklarını, üstelik herkesten önce kendine karşı inkâr etmek, intihardan beterdir; çünkü intihar sonuçta bir hayata son verir, ama yaşadıklarının ahlâkını savunacak yerde onları inkâr etmek, hayatta kalmayı sürdüreni kimliğinden yoksun kılarak canlı bir cesede dönüştürür…”

Şimdi, her yanımızı canlı cesetler sarmışken “ Dünyada bütün insanlar dürüst olsalardı kahramanlığa ihtiyaç kalmazdı.” diyen Agesilaos’un haklılığının altını itinayla çizmek gerekiyor.(1)

Dünyada baskı, sömürü, eşitsizlik ve katliamlar varsa kaçınılmaz olarak isyanda vardır ve kaçınılmazdır.

O halde; ABD’nin salt Irak’ı işgal maliyeti üç trilyon doları bulduğu… ABD’nin Irak işgaline her ay, BM’nin yıllık bütçesine eşit 16 milyar dolar harcadığı, hesaplamalara göre 3 trilyon dolara 8 milyon konut inşa etmek, 15 milyon profesör yetiştirmek, 530 milyon çocuğa sağlık hizmeti vermek, 43 milyon öğrenciye burs sağlamak, Amerikan halkını elli yıl boyunca sosyal güvenliğe kavuşturmak işten bile değildir. Oysa Amerika’nın Afrika’ya yaptığı kalkınma yardımı ise yılda sadece 5 milyar dolar, söz konusu 5 milyar dolar ise ABD ordusunun on günlük masrafına eşittir.

Üzerinde yaşadığımız coğrafyada ise şoven ve milliyetçilikle ayyuka çıkartılmış Türk Egemenlik Sistemi onlarca yıldır Kürt halkına karşı sürdürdüğü savaşa ne kadar harcadığı bir muamma. Oysa onlarca yıldır sürdürülen savaşa yapılan harcamaların tüm maliyeti işçi ve emekçi halklarımızın sırtından sağlanıyor. Buna karşın; kimi sendikaların araştırmalarına göre Ocak ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırının 689.-YTL. Yoksulluk sınırının 1905.-YTL. olduğu, oysa çalışan nüfusun büyük çoğunluğunun asgari ücret olan 435.-YTL.ye çalıştığı ayrı bir gerçek.

Başka gerçeklerde var. Forbes’in 2007 Dünya Dolar Milyarderleri listesinde Türkiye 36 milyardere ulaşarak dünyada en fazla milyardere sahip olan ülkeler sıralamasında altıncı sıraya yükseldi. 36 milyarderin serveti 61.2 milyar dolar olarak açıklandı. Buna karşın TÜİK’in Kasım ayı verilerine göre ; istihdam edilen toplam 20 milyon 867 bin kişi iken, bunun 9 milyon 480 binini, herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşunda kaydı bulunmayanlar oluşturuyor. Ücretli olarak çalışan toplam 10 milyon 989 bin kişiden, yüzde 20.6 oranındaki 2 milyon 268 bini kayıt dışı çalışıyor. Toplam sayıları 1 milyon 468 bin olan yevmiyelilerin ise yüzde 90.6 oranındaki 1 milyon 330 bini kayıt dışı olarak çalışıyor. Kısaca ücretsiz aile işçilerinin yüzde 96’sı, toplam çalışanların ise yarısı kayıt dışı çalışıyor. Yani hiçbir sosyal güvenceleri yok.

Dünya da ve üzerinde yaşadığımız coğrafyada, bunca korkunç gerçek varken mücadele etmek daha bir önem kazanıyor. Yabancılaşmanın, adam sendeciliğin, yalnızlığın vb. şeylerin ayyuka çıktığı bu süreçte örgütlenmenin ve örgütlülüğün her zamankinden daha önemli olduğu bu kesitte 13 Mart savaşçılarını anlamak, onları ve mücadelelerini örnek almak daha da anlam kazanıyor. Bugün Kürdistanlı komünistler olarak “Tarihten ders çıkarmak” adına işkencelerde, darağaçlarında katledilen yoldaşlarımızın mücadelelerinden öğrenerek 21.yy’ da yeni bir sürece adım atmış bulunuyoruz. Bu aynı zamanda yeni bir örgütlülük ve mücadele anlayışını beraberinde getiriyor. Sorun buna kendimizi nasıl hazırlayacağımızda. Bu 13 Mart’ta asıl yapmamız gereken yoldaşlarımızın mücadelesinden örnek alarak kendimizi yeniden kurmaktır.

1) Aktaran, Temel Demirer, Çoban Ateşi; 3 Mayıs 2007,Sayı;10,Sf;2

http://www.mesop.net/osd/?app=izctrl&archiv=195&izseq=izartikel&artid=762

Diğer Başlıklar

SEҪİMLER VE GERҪEKLER! HAMİT BALDEMİR

SEҪİMLER VE GERҪEKLER! Gerek ulusal mücadelede ve gerekse sosyal mücadelede devrimciler legaliteyi her zaman olanaklar …

30.YILINDA MADIMAK KATLİAMININ UNUTMADIK! XETA SOR

Yılında Madımak Katliamını Unutmadık! 2 Temmuz 1993, TC devletinin katliamlar serisine bir yenisinin eklendiği, kara …

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN-6- Remzi BİLGET

NUH GELSİN DE TUFAN GÖRSÜN Bitmiyor Ölümlerimiz! Ağlamak nedir, gözyaşı ne ola? Ya da kuruması …

FIRSAT KARGALARI! Samet ERDOĞDU

FIRSAT KARGALARI 10 sene önce politik meteorolojide benim hava tahmini göstergem Öcalan idi. Ona bakarak …