Cumartesi , 27 Temmuz 2024
Home / Güncel / Kemal Bilget´le DERİKLİ DİLAN ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Kemal Bilget´le DERİKLİ DİLAN ÜZERİNE SÖYLEŞİ

M.KOVAN:
Okurlarımız sizi merak ediyor.Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
K. BİLGET:
-Önce size teşekkür borcumu ödeyeyim. Bu söyleşiyi okuyacak olanlara da şimdiden selamlar; saygılar. Aileden en son Besni doğumlu olan benim. Benden sonrakiler Adıyaman / Gölbaşı doğumlular. Büyük büyük büyük dedem Ali efendi 1800lü yılların ortalarında ve Besni’ de az sayıdaki okul okumuşlardan birisiymiş. Yaşlılık dönemlerinde imamlık yapmış. İşte bu imamlıktan mıdır nedir; bana anlatılanlardan ve yaşadıklarımdan bilirim: Benim baba tarafı (büyük dedem, dedem ve babam ve tabi diğerleri) olay ve olguları hep niyesi, niçini, nedeni, nasılı, yeri ,zamanı ve kişileri ile birlikte anlatırlardı. Onlardan da bana geçme bir hikayeci yanımın var olduğunu ben ezelden beri bilirdim. Örneğin, öğretmenlik yıllarımda mini minnacık öğrencilerim hiç sıkılmadan beni dinlerlerdi. Siyasette ilk görevim değilse de, hemen arkadan gelen görevim seminerler vermekti. Fakat tüm bunlar beni yazılı anlatıcılığa yönlendirememişti. Onu da kızım başardı. Yani ben Pınar’ın babasıyım. Masal ve öykü yazıcılığımı kızıma borçluyum.

M. KOVAN:
-Benim ikinci sorum da o konuyla ilgili olacaktı. 1986 yılında cezaevine girdikten sonraki süreçte kızınız için “TATLI PINAR” adında bir gazete çıkardığınızı biliyoruz. Ben bunu günlük gazetelerden okumuş ve TKP nin Sesi Radyosundan dinlemiştim. Tatlı Pınar’ın serüvenini okurlarımızla paylaşır mısınız?

K: BİLGET:
-1987 yılının ilk aylarından birindeydi. Eşim Sağmalcılar cezaevine ziyaretime gelmişti. “Pınar’a daha çok mektup yazmalısın” dedi bana. “ En az ayda iki tane yazıyorum ya” deyince ben; o; “Çocuk ( Kızım o zaman 3.5 yaşlarındaydı.) hergün istiyor; “ dedikten sonra eklemişti: “Birgece beni uyandırıp yeni mektubunu kendisine okumamı istedi. Eskilerden birisini okumamı da kabul etmedi. Yeni mektup diye tutturdu. Zor uyuttum. Sabah eski mektuplardan birisini yeni bir zarfa koyup, yeni pul yapıştırıp yeni mektup diye çocuğa okuduk.” diye.
Sanırım cezaevi psikolojisi ile bu anlatılanlar birleşip sarsmıştı beni. Ne yapabilirim sorusu etrafında epeyce dönüp durduğumu hatırlarım. Sonuçta bol resimli (okuyucuya gerek kalmasın diye) ve az yazılı bir gazetede karar kılmıştım. Şeklide biraz gazeteye benzesin istiyordum. Koğuştaki bir ressam arkadaşa kızımın bir resmini çizirdim. Onun malzemelerinden de epeyce yararlandık. Bizim Partinin illegal gerilla teksircisi, yani basımcısı kardeşim Remzi de koğuş arkadaşlarım arasındaydı. O domates kasalarından bir tezgah (basım düzeni) hazırladı. Ressam arkadaş “Boya süzeceğim” diye dışardan basım ipeği getirtti ve böylece işin malzeme ve matbu yanını çözdük. Başlığı ve gazetenin künyesini standart hale getirdik. Remzi geceleri tomarlarca kağıdın basımını yaptı. Gazete başlığının altındaki künye çerçevesinin içinde şunlar yazılıydı: “Tatlı Pınar gazetesinin sahibi: PINAR. Hazırlayan: BABASI Teknik sorumlu:AMCASI Fiatı : ÇOOOKCA ÖPÜCÜK.
“Tatlı Pınar” serüveninden ilginç bulunacağını umduğum iki kısa anlatıda daha bulunayım.Sağmalcılar’da başlayan gazetecilik maceramı Bursa mahpusunda sürdürüyordum. Öğrendim ki; Gazetemizin 13. sayısı okura ulaşmamış. Araştırıp soruşturdum. Bursa basın savcılığı sakıncalı bulup el koymuş bizim gazeteye. Gerekçe de gazetedeki hayali bir röportajmış. Oğlunu özleyen bir mahküm geceleri gidip oğlunu uykuda öpüp geri geliyormuş.Söyleşinin konusu da buydu.Ve ne ettimse gazeteyi savıcılıktan geri alamadığımı da belirteyim. İkinciye gelince; Mehmet Çetiner adında bir mahpus arkadaşım, İstanbul İHD şubesi adına ve cezaevine gelen çocuk mektuplarından oluşan bir kitap hazırlığı yapıyordu o zaman. Benden de destek istemişti. Ben de ona Tatlı Pınar’dan bir özel sayı hazırlamıştım. O çalışma EYLÜL ÇİÇEKLER adıyla yayınlandı. Bizim gazetenin fıatı çok ilgi çekmişti. Günlük gazetelerin birinci sayfa başlıkları arasına girmişti.
Öz ve özet olarak belirteyim: Mahpustan kızıma mektular yollayacağım, ona bilmeceler,masallar ve öyküler yazacağım derken, geldik DERİKLİ DİLAN ve ötekilere..

M. KOVAN:
-Uzun bir süredir sosyal medya üzerinden öyküler yayınlıyordunuz. Sonra okurlarınıza süpriz yaptınız. Derikli Dilan adlı kitabınızla karşılaştılar. Bu kitabın yazılış biçimi ve zamanlaması hakkında bilgi verir misiniz?

K. BİLGET:
– Ben Türkiye’nin son elli yıllık siyasi tarihinin tanıklarından, sanıklarından ve elbette mağdurlarından birisiyim. 1990 lı yılların, yani o korkunç kirli savaş yıllarının altını kalınca çizmeliyim. O binlerce köyün yakıldığı, yüzbinlerce kürdün sürgünlere gönderildiği, onbinlerce insanın “faili meçhul” e kurban edildiği, yani Kürt halkına karşı o pis savaşın her tür yol ve yönteminin denendiği yıllardı o yıllar. Ben o yıllarda DEP Genel başkan yardımcısıydım; sonra HADEP ve Genel sekreter yardımcılığı..Yani siyasetin, olayların ve tabii saldırıların tam orta yerindeydim.Örneğin; Mardin milletvekilimiz sayın Mehmet Sincar ve Batman il yöneticimiz Metin Özdemir benim kucağımda son nefeslerini verdiler. Onların katilleri bana üç kurşun sıkmışlar. Haberim yoktu. Olay yerini incelerken anlamıştık.
Hiç bir suç işlemeden sanık yapılan onbinlerce arkadışımın arasındaydım her daim.Ve az sayılmayacak kadar cezalara çarptırıldım. Yani suçsuz yere ve epeyce çok mağdur edildim. Fakat bu nedenlerle de, tarihi varedenlerin, ama tarihi yazılmayanların , tarihi nasıl yazdıklarına da tanıklıklar ettim.
DERİKLİ DİLAN o tanıklıklarımın bir parçasıdır. Genel anlamda insanlığa, özelde ise Kürt halkına karşı olan görevimin, yani borcumun (o sınırlar içerisinde) yerine getirlmesi çabasıdır. Bu satırları güncele indirgeyerek yazayım. O yıllarda ve birgün İstanbul Devlet Güvenlik mahkemesinde tutuksuz yargılandığım bir duruşmama gitmiştim. DGM ara salonunda karşılaştığım tanıdık bir avukat arkadaşımın isteği üzerine onun girdiği duruşmayı izlemiştim. Genç bir Kürt kızı ile orta yaşlı hasta bir Kürt erkeği sanıktılar. Duruşma başladı. İlk sözü 6 Nolu DGM başkanı kullandı ve özetle dedikleri şunlardı: “Kızım polise ifade vermemişsin. Savcılıkta ve sorgu hakimliğinde hiç konuşmamışsın. Burada, heyet huzurunda umarım kendini savunursun”
Başkan sözlerini bitirdi, ben oturduğum banktan ayağa kalktım.Kimse anladı mı bilmiyorum ama, ben tarih içinde destan yazan o çelimsiz Kürt kızının destanını ayakta selamladım. Ve o selamlama anında kendi kendime dedim ki; “Yiğit çocuk, kara kuru Kürt kızı, seni tanımak ve öykünü yazmak isterdim.” Dedim ve istedim ya, o yiğit Kürt kızıyla tanışma şansım olmadı ne yazıkki. Ben de başka bir yol denedim. Nereli olduğunu bilmediği o tek söz söylemeyen Kürt kızını Derikli yaptım. Adını ikinci kızımın adı olan Dilan koydum. Kürt coğrafyasındaki kimi diğer tanıklıklarımla o kızın destanını bir çatı altında topladım. Ve taa 1999’da ve Saray cezaevinde o öykü, yani Derikli Dilan doğdu..

M. Kovan:
-Kürt ve Kürdistan gerçeğini iktidarlar oldum olası terörize etmeye çalışırlar. Halkımızın özgürlük sevdasının önünü kesmek isteyenler yalnızca insanlarımızı öldürmüyorlar; köylerimizi ve şehirlerimizi yakıp yıkmakla yetinmiyorlar; tarihimizi ve doğamızı da tahrip ediyorlar. Siz bu acı gerçekleri siyasetçi ve yazar kimliğinizle ve birinci ağızdan anlatıyorsunuz kitabınızda. Örneğin şu Karatilki olayını bize biraz açar mısınız?

K. Bilget:
-Öykü kahramanımız Dila’ın Derikli birisi diye öyküye yerleştirilmesinin asıl gerekçesi o Karatilki’dir. Kürt halkına karşı sürdürülen kirli savaşın benzerlerinden ayrı bir savaş olduğunun, yani neden KİRLİ olduğunun anlatılması şarttı. O Karatilki’nin Quleba pınarına nasıl geldiğini, havuza atlayıp nasıl kana kana su içtiğini ve sonra da nasıl paattt diye düşüp öldüğünü Derikli arkadaşlarımdan çokca dinlemiştim. Elbet Karatilki’nin Deriklileri nasıl ağlattığı da bana anlatılanlar arasındaydı.
Araya sormadığınız bir konu sıkıştırayım izninizle. Öyküde anlatılan keneli mağara da gerçektir. Tıpkı Karatilki gibi. O keneli mağarada iki çocuğuyla üçgün yaşayan kadın benim yoldaşımdır. Kahırlı bir üç gecedir o. Her aklıma geldikçe benim gözlerimi yaşartır.
Karatilki, keneli mağara ve Mazıdağı meşe ormanlarının yakılması ( ki bu da gerçkten yaşanmıştır) üçlemesi bütünlüğünde kirli savaşın kirinin bir yanını gözler önüne sermeye çalıştım. Yani Karatilki’nin ve Mazıdağı meşe ormanlrının yakılmasının öyküsünü anlatarak demek istedik ki; 1914 ve 15 lerde Ermenileri ve Ermenilere ait ne varsa hepsini tarihten ve coğrafyadan silmeyi önemli oranda başaran İttihat ve Terakki kafası, şimdi de (1990’lı yıllar) Kürt halkına ve onun değerlerine karşı savaş açmıştır. Üstelik, kuralsızlığını, hukuksuzluğunu ve kirini daha da artırmış olarak.
Sizin de soruda belirttiğiniz gibi, benim siyasi kimliğim nedeniyle anlatının içerisinde siyasi sinmişlik elbette var: Hem de epeyce. Çünkü konu siyasi, ben siyasetçiyim. Bu ikisinin bütünlüğü nedeniyledir ki; öykünün kurgusunda ve tekniğinde birinci ağız anlatıyı seçtim. Bu açıklamayı bir başka nedenle de gerekli görmekteyim. Derikli Dilan’daki anı/ öykü benzerliği yalnızca bir benzerliktir.
Keneli mağraydı, Karatilkiydi, Maden çayında, Hazar gölünde bulunan ölü bedenlerimizdi, kirli savaştı, kirli savaşın acısını çeken ve özgürlük kavgasının yükünü omuzlayan Kürt halkıydı derken, elbette asıl varılmak istenen yer insan ve insanlıktır. İşte o insan ve isanlığa dair olan ağız tadıyla gülmek ve gönül gözüyle ağlamak nasıl olur da insanların elinden alınır sorusuna yanıt aradık. Kitabı okuyacak olanlara “ Hele şu Dilan kız ve Arife kadına bir alıcı gözle bakın demeye çalıştık. Yani insanların yalnızca yaşama hakları, özgürlükleri ve ekmekleri ellerinden alınmıyor. Gülmek, ağlamak, sevinmek ve sevmek gibi insani özellikleri de yok ediliyor.
Örneğin ben, konusu ağlayamamak olan hiç bir kitap okumadım ve duymadım bu zamana kadar.

M. Kovan:
-Ayakkabı ustası Ali Rabuş kitaba ayrı bir renk katmış. Anlaşılan Ali Rabuş’u yakınen tanıyorsunuz.

K. BİLGET:
-Elbette! “Bu noktada belirtmeliyim ki”; Rabuş bizim Besnilidir; yoldaşımdır, gençlik arkadaşımdır ve İstanbul / Gedikpaşa’dan komşumdur. Kanlı canlı olarak vardır yani. 12 Eylül faşist darbesinin ilk işkenceye aldıklarındandır. Bir dönem yazı işleri müdürlüğümüzü yapmıştır. Onun çayının ve sigarasının ardından yetişecek kimseler bulunamaz sanıyorum. Ve “bu noktada” ona en sıcak selamlarımı gönderiyorum.

M. Kovan:
-Kitabın zirve noktalarından birisi bence, Bolu dağlarında Köroğlu ile karşılaşmanızdır. Dilan ile Köroğlu bağını nasıl kurdunuz diye sorsam…

K.BİLGET: O hayal anlatımı; öyküye üç yerden sıkı sıkıya bağlıdır. İlki; yol boyu yapılan oldukça çok tasfirlerin Bolu dağlarına ulaşılınca, ancak Köroğlu üzerinden dillendirilebileceği önceliğidir. İkincisi, birisi tarihten, birisi şimdiden iki özgürlük savaşçısının karşılaşmalarının bir biçimini yaratmak isteğidir. Üçüncüsü, kirli savaşın yıkıntıları arasında unutulan bir inceliğin; iki eşsiz kır çiçeği ile iki dünya tatlısı genç kadının buluşturulması özlemidir. Hatırlatırım: Gülmeyi unutmuş öykü kahramanımız Dilan’a, o güzel kahkahaları Köroğlunun o güzel kır çiçekleri attırmaktaydı.
İzninizle azıcık yan yola sapacağım. Kitaba yeterince Kürt insanının iç dünyasını yansıtabildiğimi sanmıyorum. Bu benim için çok zor bir iştir. Kitapta yeterince Kurdi yan bulamayanlara peşin peşin söyledim: Ben Türküm ve Kürtçe bilmiyorum. İşte benim bu gerçekliğimden dolayıdır ki, ben Şeyh Bedrettin, Dede Korkut, Baba İsak, Hacı Bektaşi Veli, Mevlana, Yunus Emre, Nasrettin Hoca, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal ve Körolu gibilerini asıl manevi dedelerim sayarım. Bu nedenle Bolu dağlarından her geçtiğimde mutlaka “ Dedemi” anar ve selamlardım. Sanırım denmek istenen anlaşılmıştır. Fakat son 12 yıldan beri benden manevi dedelerimi kendi topraklarında selamlama hakkım da elimden alınmış durumda. Bu da sürgünlüğün bir cilvesi ne yazıkki.

M. Kovan :
-Edebiyat alanında başka ne gibi çalışmalarınız var?

K. BİLGET:
-Sayısını tam bilemiyorum ama; sanırım ikisi veya üçü masal, birisi çocuk bilmeceleri olmak üzere (kızım büyüdüğünde okusun diye yazdığım) on kadar kitap olmaya hazır dosyam var. Bir o kadar da üzerinde çalıştığım öykü dosyalarım bulunmakta. Hayalhanemdeki dosya sayısı ise sınırsızdır.

M. Kovan:
-Son olarak okurlara ne söylemek istersiniz?

K. BİGET:
-Okumayan insan eksiklidir. Hem bu eksiklik büyük bir eksikliktir. Bu eksikliğini gidermeye çalışan herkeslere selam olsun. Gülmeyi ve ağlamayı asla unutmasınlar.

Diğer Başlıklar

ULUSAL, SOSYAL VE SINIFSAL ÖZGÜRLÜĞÜMÜZ İÇİN 1 MAYIS’TA ALANLARI DOLDURALIM!

ULUSAL, SOSYAL VE SINIFSAL ÖZGÜRLÜĞÜMÜZ İÇİN 1 MAYIS’TA ALANLARI DOLDURALIM! Kapitalist-emperyalist sisteme içkin olan çoklu …

Van Halkının, Halklarımızın İradesini Gasp Ettirmeyelim!

Van Halkının, Halklarımızın İradesini Gasp Ettirmeyelim! Türkiye’de 31 Mart 2024 günü gerçekleşen yerel seçimlerde faşist …

XETA SOR İSVİÇRE NEWROZ ŞÖLENİNDE XETA SOR ADINA NECATİ GÜLER’İN KONUŞMASI!

XETA SOR’un düzenlemiş olduğu Newroz şöleninde XETA SOR Yürütmesi adına konuşma yapan Necati GÜLER‘in konuşmasını …

KERKÜK KÜRDISTAN’IN KUDÜS’Ü ‘DÜR!” MAM CELAL TALABANİ! XETA SOR

KERKÜK KÜRDISTAN’IN KUDÜS’Ü ‘DÜR!” MAM CELAL TALABANİ Sömürgeci Türkiye Cumhuriyeti devleti ve İran gerici molla …